Bir antropolog neden Bosna futbol kültürüne ilgi duyar? Cevabı burada.

For English: Click here


10 Nisan 2014 Perşembe

FK MLADOST PODGORICA (ya da Depedöğen Gençlik Ayaktopu Derneği, eski adıyla OFK Titograd, ya da FK Mladost Titograd)

(5 Nisan 2014, Cumartesi / Podgorica)

FK Mladost bir Bosna takımı değil, Karadağ takımı. Fakat sanıyorum Bosna futboluna ilgi duyan futbolseverlerin, futbol kültürü severlerin de ilgisini çekecektir. Nitekim her iki ülkenin de siyasî, tarihî ve daha da önemlisi kültürel birçok ortak noktası var ve özellikle futbol kültüründe baskın olan Yugoslav mirası iki ülkenin ortaklaştığı en önemli nokta.
Çemovsko Polje arkasındaki "depeler".
Karadağ, ülkenin büyüklüğüyle karşılaştırdığımız zaman başarılı bir ulusal futbol takımına sahip. FIFA 2014 grup elemelerinde 15 puanla gruplarında İngiltere ve Ukrayna’nın ardından üçüncü olmuş. Gruptaki diğer takımlar ise Polonya, Moldova ve San Marino. Ulusal takımdaki oyuncuların neredeyse tamamı yurt dışında oynuyor ve Karadağ Ligi’nde oynayan bir iki oyuncu, ulusal takımın sürekli oyuncusu değil. Nitekim Karadağ Ligi UEFA sıralamasına göre Avrupa’nın “kalitesiz” liglerinden biri. Geçtiğimiz sezon UEFA sıralamasında bir sıra atlayarak 43.lükten, 42.liğe yükselmişler. Bir üstlerinde İzlanda, bir altlarında ise Lihtenştayn var.

Bundan altı sene önce Sivasspor UEFA Kupası ikinci ön eleme maçlarında Karadağ’ın Grbalj takımıyla eşleşmişti. Sivas kendi evinde 1-0 galip gelmişti, ama Grbalj Karadağ’da Sivas’a adeta kök söktürmüştü.  O zamanlar Lig TV için Sivas’ın rakibi hakkında iki yazı kaleme almıştım. Dileyenler buraya ve buraya tıklayarak yazılara bakabilir.

O zamanlar hariçten, daha doğrusu “çevreden” gazel okumuştum, bu sefer ise oldukça farklı ve keyif aldığım bir deneyim sonrası bu yazıyı kaleme alıyorum.
Seneler önce, belki de 20 sene önce Kız Basketbol Takımı’yla Türkiye’de isim yapmış, benim de bir dönem yüzme takımında kulaç attığım Botaşspor bir de futbol kulübü kurmaya karar vermişti. Kız basketbol takımının kuruluş sürecinde olduğu gibi futbol kulübünün de ilk oyuncuları Botaş’ın çalışanlarının çocuklarıydı. 1987’de Adana’dan taşınmış olmamıza rağmen her yaz ve kış, toplamda senenin neredeyse bir ayını Adana’da, Botaş’ta geçirirdim. Her genç erkek gibi ben de Akdeniz güneşi yakıcılığını kaybetmeye başlarken spor tesislerinde futbol oynardım. O dönem, arada yeni yeni kurulan Botaşspor’un futbol takımının antrenman maçlarını da izlerdik.

Takımda bir oyuncu vardı. İsmi anonim kalsın, Orhan diyelim. Orhan iyi oynuyor, yüreğiyle oynuyor. Ama bazen kendini kaptırıp sorumlusu olduğu alandan uzaklaşıyor. Sami Hoca kızıyor. Orhan’a sesleniyor: “Orhaaaan”. Orhan duymuyor. Sami Hoca daha yüksek sesle sesleniyor. Orhan oralı değil. Sami Hoca bağırıyor. Yok! Sami Hoca avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Lan Orhan, kime diyommm!”. Orhan en sonunda dönüyor: “Ne var a. koyum?” Sami Hoca sakinleşiyor ve hafif bir tonla: “Ben sana gösterecem!”

Seneler sonra Karadağ’ın başkenti Podgorica’da benzer bir sahne beni bu anılara götürüyor…
FK Mogren Budva başkent takımı FK Mladost Podgorica’ya karşı deplasmanda oynuyor. Mogren’in yakışıklı bir sağbeki var. Fena da oynamıyor. Müdahaleleri yerinde, yer tutuşu iyi ama lakayıt. Eli sürekli şortunda. Habire aşağı doğru çekiştiriyor ki düşük belli olsun, “trendy” görünsün. Teknik direktörü deli ediyor. Teknik direktör sesleniyor: “Jovan!” Jovan oralı değil. Teknik direktör bir daha sesleniyor: “Jovaaan”. Jovan bariz bir biçimde duymazlıktan geliyor. Teknik direktör ses tellerini yırtıyor: “JOVAAAANNNN”. Nihayetinde Jovan dönüyor: “Jebote Jovan” (Hay Jovan’ını .keyim) Teknik direktör sessizce yedek kulübesine çekiliyor.

Beni yıllar önceki bir anıya götüren bu anekdot gerçekleştiği sırada Mogren deplasmanda 1-0 öndeydi. Daha sonra Mladost 3-1 öne geçti ve maç 3-2 bitti. Soyunma odasında Jovan’la teknik direktör arasında nasıl bir muhabbetin geçtiğini ise bilmiyorum.
Karadağ'ın komşuları ve dağlık, sarp topografik yapısı.
(Kaynak: freeworldmaps.net)
Karadağ küçük bir ülke. Konya ilinin yarısından bile daha küçük. Ama mesafeler uzun. Adına yakışır bir biçimde, Karadağ’ın her tarafı yalçın dağlarla çevrili. 

Karadağ Spor Akademisi’nin düzenlediği konferansa gitmek için Saraybosna’dan otobüsle yola çıktığım anda bile nostaljinin peşimi bırakmayacağını biliyordum. Bir gece önceden otobüs firmasının web sitesinde, firmanın filosunun 1990’ların başında Türkiye’de üretilen O303’lerin şehirlerarası, hatta uluslar arası yollarda hala kullanılıyor oluşuna şaşırmıştım.


Sabah otogara gittiğimde ise bir sürpriz beni bekliyordu. Saraybosna’dan Podgorica’ya yedi saatlik yolu otobüsle değil, yine 1990’larda Türkiye’de Otoyol tarafından üretilen bir Iveco midibüsle gidecektim!

Uzun zamandır Balkanlardaki mesafeleri kilometreyle ölçmüyorum. Öyle yaptığınız zaman minik sürprizlerle karşılaşabiliyorsunuz. Örneğin, yedi saat süren bu yolun sadece 250 kilometre olması beni şaşırtmamıştı.

Yolu bu kadar uzatan kullanılan vasıta değil sadece. Yol Karadağ’ın isminin hakkını veriyor. Yalçın dağların arasında kıvrıla kıvrıla giden bir yol. Ama ne manzara! 

Piva nehri vadisinde kıvrıla kıvrıla uzayan Podgorica-Saraybosna yolu.

Yol üzerinde ard arda tüneller.

Karadağ’ın genel topografyasının aksine, Podgorica bir ovada kurulmuş. Podgorica zaten “Gorica Dağı’nın aşağısı” anlamına geliyor. Karadağ ne kadar dağlıksa, Podgorica da o kadar düzlük. Ama etrafı hep dağlık.

Podgorica’nın nüfusu 170 bine yakın. Ama başkent! Zaten ülkenin nüfusu hepi topu ancak 650 bin. Gezi rehberlerine göre Podgorica boşu boşuna gidilmemesi gereken bir kent. Tito dönemine kadar hiçbir önemi yokmuş. Nüfusu 10-15 bin civarındaymış. Tito döneminde nüfusu artmış. Zaten kentin Yugoslavya dönemindeki ismi Titograd. Yani Titokent.

Osmanlılar buraya Depedöğen ismini vermiş. Karadağ'ın tamamına egemen olamayan Osmanlı, ancak ovalık bölgelere egemen olabilmiş ve muhtemelen o nedenle "tepeleri" buradan "döğebilmiş". Podgorica Karadağ’ın turist merkezlerinin gölgesinde kalmış. Budva, Kotor, Herceg Novi gibi sahil boyundaki tarihî kentlerin yanında Podgorice’nin esamesi okunmuyor. Podgorica’da deniz yok, gece hayatı yok, saat 23:00’ten sonra hayat bitiyor ve tabii ki Podgorica’yı da ancak bir Ankaralı sevebilir.

Podgorica sevilmeli. “Karadağ’a gittim” diyebilmek için Podgorica’ya da gidilmeli, hatta Podgorica’dan ya Bosna’ya ya da Sırbistan’a o yalçın dağların arasından o eski püskü otobüslerle yolculuk edilmeli, sonra da “Ben gerçekten Karadağ’a gittim” diyebilmeli.
Sempozyumun son günü Karadağ Üniversitesi katılımcılar için bir araç sağlamış. Merkeze 15 kilometre uzaklıkta tarihî bir manastır varmış. O tarihî tapınağa gidilecekmiş. Ama şu tesadüfe bakın ki, aynı saatlerde Podgorica’da bir de maç var. Futbolseverin tapınağı bellidir. Ne yalan söyleyeyim, bir ara maça gitmekle geziye katılmak arasında ikilem yaşamadım değil. Geçenlerde fark ettim ki, uzun zamandır benim için bir kenti tecrübe etmenin en önemli unsurları kentin futbol yaşamı ve gastronomik zenginlikleriyle sınırlanmaya başladı. Yavaştan bu eğilimi değiştirmeyi düşünmüyor değilim. Belki damak tadından vazgeçebilirim ama futbol tedavi edilmesi çok zor bir illet. İşin doğrusu, daha Saraybosna’deyken bile Podgorica’da o hafta sonu oynanacak maçları not almıştım.

Sempozyum katılımcıları tarihî manastıra doğru yol alırken ben de Stari Aerodrom (eski havaalanı) diye bilinen Çemovsko Polje’deydim (Çemovsko Ovası). 

On iki takımlı Karadağ Birinci Ligi’nde onuncu sıradaki 23 puanlı FK Mladost Podgorica, on birinci sıradaki 22 puanlı FK Mogren Budva’yla oynayacak. Podgorica’nın diğer takımı Buduçnost ise deplasmanda Karadağ’ın Sancak bölgesinin takımı Rudar Pljevlija’yla oynuyor. Rudar madenci demek, zaten en baştan sempati kazandırıyor. Pljevlija ise bizim hanımın baba tarafının memleketi sayılır. Buduçnost kentin “esas oğlanı”. Maçlarını öyle ovada, çayırda değil, kentin en büyük stadyumu “Podgorica Stadyumu”nda oynuyor. Buduçnost kentin ileri gelenleri tarafından desteklenmiş. Cunta lideri tarafından birinci lige çıkma hikayesi var mı bilemiyorum ama her zaman taraftar kitlesi daha fazla olmuş. Takımın renkleri lacivert-beyaz.
Beyaz yerine sarı olaymış, daha da manalı olurmuş ama kentin üvey evlat muamelesi gören takımının renginde ise “Kırmızı” var!

Asıl vurucu nokta ise “kırmızılı” takımın ismi: Mladost Podgorica, yani Podgorica Gençlik. İsminde genç var, renginde kırmızı var! Gençlerbirlikli bir Ankaralının bu takıma gönlünün kaymaması mümkün mü?

Çemovsko Polje’de Mladost’un 1500 kişilik stadyumunun hemen yanı başında Buduçnost’un antrenman sahası ve kulüp binası var. 1500 kişilik stadyum ise dolu değil. Yağmurlu bir havada maçı izlemeye gelen en fazla 150 taraftar var. 
Mladost-Mogren maçının oynandığı sahanın arkasında solda Buduçnost
tesisleri ve antrenman sahası, sağda Mladost'un tesisleri.
Mladost 1950 yılında kurulmuş. İlk kurulduğunda ismi Mladost Titograd’mış. 1960 yılında ismi OFK Titograd olmuş. (Olimpik Futbol Kulübü) 1990’da ise yine Mladost olmuş ama bu sefer Titograd’ı da Podgorica yapmışlar. Mladost’un Yugoslav Ligi’ndeki en büyük başarısı 1956-57 sezonundaki ikinci lig dördüncülüğü. Genelde ikinci ligle üçüncü lig arasında gidip gelmiş. Fakat, sadece Karadağ ve Sırbistan takımlarının katıldığı Yugoslav Ligi’nin son iki sezonunda yine ikinci ligde dördüncü olabilmişler.

2006 yılında Karadağ bağımsızlığını kazandıktan sonra da en büyük başarıları 2010-11 sezonundaki beşincilik. Minyatür Karadağ liginde bile iki sezon ikinci ligde oynamışlar.

Bu sezon kulüp, tarihinde ilk kez Avrupa’da oynamış. UEFA Europa Ligi birinci eleme turunda Macar Videoton’u, ikinci turda Slovak FK Senica’yı geçmişler. Üçüncü turda Sevilla’ya çakılmışlar: Podgorica’da 6-1, İspanya’da 3-0 yenilmişler. Bu sezon ise küme düşmemeye oynuyorlar.

Bu maç adeta altı puanlık bir maç. Kaybederlerse rakip Mogren’in iki puan altına düşecekler, kazanırlarsa Mogren’le puan farkları dörde çıkacak.

Maçtan önce kulüp binasının etrafını dolaşırken eski bir Mladost oyuncusuyla tanışıyorum. Biraz “futbol muhabbeti” yapıyoruz. Gençliğimin efsanesi Dejan Saviçeviç’i soruyorum. 1991 yılında UEFA Kupası’nı kazanan kazanan efsane Kızılyıldız’ın efsane oyuncusu bağımsızlığından bu yana Karadağ Futbol Federasyonu’nun başkanı.

Oğlunun şu an Mladost’ta oynadığını ve muhtemelen Dejan Saviçeviç’in de maçı izlemeye geleceğini söyleyince içim ürperiyor. Nasıl ürpermesin! Önce Kızılyıldız’da, sonra Milan’da oynadığı yıllarda gözümü kırpmadan izlediğim, hatta Championship Manager’ın ilk versiyonlarında, yani sadece İtalya Ligi’nin olduğu versiyonlarında Saviçeviç aşkına Milan’la oynadığım yılları unutmak mümkün mü? Seneler sonra Saviçeviç’le tanışmak ne büyük mutluluk olacak!

İşte efsane Saviçeviç'in efsane driplingleri:


Saviçeviç'in hafızalara kazınan Zagreb röportajından bir bölüm:

Bunu duyar duymaz VIP tribünün yolunu tutuyorum. Ne yapıp edip Saviçeviç’le tanışacağım. VIP tribününe girmem zor olmuyor. Bir kulüp görevlisi yolumu kesiyor: “Nereye?” Kendi dilini konuşmamın sempatikliğine güvenip “Yağmur yağıyor, burada izleyebilir miyim?” diyorum. “Nerelisin?” diyor. “Türküm ama Saraybosna’da yaşıyorum.” Muhtemelen sık rastlanılan bir durum değil. VIP tribünündekilere sesleniyor: “Orada bir Türk’e yer var mı?” VIP tribünü camiası şaşırmış vaziyette “Gelsin” diyorlar. Ama ne VIP tribünü! Sanki Gençlerbirliği’nin “ihtiyarlar” tribünü. Necdet Abi, Hamdi Reis, Ozan Abi ayarında futbolkolik ağabeylerin arasında yerimi alıyorum.
Mladost "ihtiyarlar" tribünü
Bunlar da bizim ihtiyarlar... 
Daha önce kısa bir internet taraması yapıp, Mladost taraftarlarının kendilerine “Romantiçari” (Romantikler) dediklerini öğrenmiştim. Amcalardan birine;  “Siz Romantiçar mısınız?” diye sorduğumda yanıt çok açık: “Bilmem, karıma sorman lazım”.

İhtiyarlar tribünü meraklı. Bir sempozyum için Karadağ’a gelmem doğal, ama bu maçı izlemek için yağmurlu bir havada Çemovsko Polje’ye gelmiş olmam pek inandırıcı gelmiyor. Beni bir “scout”, futbolcu simsarı zannediyorlar. Zorlukla da olsa anlatıyorum derdimi. Bu arada yağmur yavaştan diniyor ve VIP tribünün sağındaki ve solundaki tribünler de hafiften dolmaya başlıyor. Toplam 150-200 kişilik taraftar kitlesi futbolcuları rahatsız etmeyi sevmiyor anlaşılan. Maç boyunca sessiz kalmayı tercih ediyorlar.

Belki tezahürat yapmıyorlar ama hepsi pürdikkat maça odaklanmış durumda. Ben de her zaman yaptığımdan farklı olarak, maçı izleyenleri izlemektense, maçın kendisini izlemeye karar veriyorum.

Mogren ilk başlarda maça ağırlığını koyuyor. Saha buram buram Yugoslav ekolü kokuyor. Defansta top çevirip diyagonal paslarla rakip kaleye saldıran futbolcular topu kaybettikleri anda rakibi yere indirmekten çekinmiyor. Avrupa’nın belki de en kalitesiz liginde düşmemek için oynayan bu iki takım da kıran kırana bir maç oynuyor. Ama sahada futbol ahlakına aykırı bir şey yok. Gencecik topçular topa hakim olabilmek için bedenlerini ve kafalarını ortaya koyuyorlar. Fakat Mogren oyuncuları daha istekli. Öğreniyorum ki, Mogrenliler uzun zamandır ücret alamıyorlarmış. Kulübün çok ciddi maddî sıkıntıları varmış.

Maçın başlarında defansta çok iyi top çeviren Mogrenliler, Mladost’un kendileri kadar istekli oynamadıklarını görünce yavaş yavaş blok halinde ileri çıkmaya başlıyor. 16 sırt numaralı sol bek Luka Pejoviç Mogren’in hızlı çıkışlarının kilit adamı rolünde. Zaten takımın en tecrübelisi de o. 29 yaşında ve Karadağ Milli Takım kariyeri olan bir oyuncu.

Maçın ilk yarısında Mogren oynadığı oyunla daha çok göz dolduruyor ama Mladost’un 9 numaralı oyuncusu da yavaş yavaş dikkatimi çekiyor. Nadir gelişen Mladost ataklarında bu genç çocuk tek başına Mogren defansını oldukça yoruyor. Taraftarlardan 9 sırt numaralı Stefan Mugoşa’nın takımın en iyi oyuncusu olduğunu öğreniyorum. 22 yaşındaki genç oyuncunun Karadağ 21 yaş altı ulusal takımında beş maçta üç golü var. (1) 15 Ekim 2013 tarihinde Karadağ’ın Moldova’ya kendi evinde 2-5 yenildiği maçın yedek kadrosunda da yer almış. FM müptelalarının bildiği ifadeyle AMC (attacking midfield center) yani hücuma yönelik orta saha oyuncusu Mugoşa maç içinde kendinden emin, mütevazı davranışlarıyla da dikkat çekiyor. “Zeki, çevik ve ahlaklı” bir oyuncu intibası yaratıyor. Meşhur Kızılyıldız Mugoşa’yı yakından takip ediyormuş ama Belgrad’ın efsane kulübü şu sıralarda maddi sorunlarla boğuşuyor.

Ve işte Mugoşa:



Mladost’ta dikkatimi çeken bir oyuncu da 2 numaralı formayı terleten Radule Zivkoviç. Mladost’un sağbek oyuncusu bana Beşiktaş’ın efsane sağbeki Takoz Recep’i hatırlatıyor. Oyun stili, rakip forvetleri takibi ve ayağına topu aldığı zaman Allah ne verdiyse topun dibine abanarak topu kendi ceza alanı dışına göndermesiyle ve az biraz da Karadağlı diğer futbolculara nazaran daha kısa boyu ama İrlandalı boksörlere benzeyen sağlam fizik yapısıyla…

Mladost’un futbolseverlerin odağındaki oyuncusu ise 10 numaralı formasıyla Vladimir Saviçeviç. Efsane oyuncu Dejan Saviçeviç’in oğlu. Taraftarlara soruyorum: “Gerçekten iyi oynuyor mu, yoksa babası sayesinde mi ilk on birde?” diye. Gerçekten iyi olduğu yanıtını alıyorum ama yine de sahada varlığına şahit olamadım.

Mogren ikinci yarıya da hızlı başlıyor. 56. dakikada net bir gol pozisyonu bulmalarının hemen iki dakika sonrasında Milan Durisiç’in ayağından bir gol kazanıyorlar ve deplasmanda 1-0 öne geçiyorlar. Bundan hemen iki dakika sonra bir gol pozisyonu daha yakalıyor Mogren ama değerlendiremiyor. Bu dakikadan sonra Mogren oyuncuları yavaş yavaş maçtan düşmeye başlıyor.

Mogren’in 15 numaralı sağ-beki de dikkat çeken bir performans gösteriyor. Yerinde müdahaleleri var, iyi yer tutuyor. Oyuncunun ismi, yukarıda zikrettiğimiz Jovan Baoşiç. Jovan kritik hamleler yaptıkça havalara giriyor. 19 yaşındaki Jovan kariyerinin başında ama havalara girdikçe oyundan düşmeye başlıyor.

İkinci yarıda ise neredeyse varlık gösteremiyor ve Mogren’in sağ kanadı Mladost oyuncuları için adeta “koridor”a dönüşüyor ve bir ara teknik direktör Jovan’a sesleniyor; “Jovane, hoçeş li kafu?” Yani “Jovan, kahve de ister misin?” Teknik direktör ve Jovan arasındaki muhabbet bu noktadan sonra kopuyor zaten.

İkinci yarı güneş açıyor ve oyunculara da bir hareket geliyor. Mogren’in iyice oyundan düştüğü dakikalarda Mladost’un yıldızı Mugoşa forvet hattında iki Mogrenli oyuncunun arasından topu adeta söküp alıyor ve şık bir plaseyle 72. dakikada Mladost’un ilk golünü atıyor. Bu golden altı dakika sonra bu sefer sağdan gelen ortayı güzel bir kafa golüyle taçlandıran 1.89 boyundaki Mugoşa kafa toplarına da hakim olduğunu gösteriyor.

Mogren adeta yıkılmış durumda. Ama daha bitmedi: Mugoşa bu golün hemen bir dakika sonrasında bir gol daha atarak durumu 3-1 yapıyor! Tek başına 7 dakika içinde üçleme yaparak takımını 1-0 mağlubiyetten 3-1 galibiyete taşımış oluyor. Maçın yıldızı Mugoşa üç gol atıyor ama havalara girmiş değil. Ciddiyetini koruyor. Yine de kondisyon eksikliği göz batıyor.

Maçın ikinci uzatma dakikasında Mogren’in golcü oyuncusu Durişiç kanattan gelen bir topu ağlarla buluşturuyor ama Mogren için artık çok geç. Maç 3-2 ev sahibi Mladost’un zaferiyle sonuçlanıyor.
Maçtan en büyük beklentim gerçekleşmiyor. Dejan Saviçeviç, muhtemelen havanın yağışlı olmasından dolayı, maça teşrif etmiyor ama bu gönül Balkanlar’da bir takıma daha meylediyor. Dahası, bu küçük ülkede, mütevazı bir takıma gönül vermiş güzel insanlarla karşılaşmış, tanışmış olmanın mutluluğunu yaşıyor.

Not 1: Tam da bu blog yazısını kaleme aldığım günlerde Tanıl Bora Radikal’de “Bir Takım Kur, Az Akrepli, Bol Yengeçli Olsun” başlıklı, futbol ve astroloji ilişkisi hakkında bir yazı yazdı. Yazıdan bir alıntı: “Bizim Gençlerbirliği kadrosuysa balık dolu (Ahmet, Gosso, Nizamettin, Petroviç, Yusuf Emre). Bu mevkilerdeki balıklar için konan teşhis: Ne iş olsa yapar cinsten; çok yönlü oyuncu da olabilir, yerini bulamayıp kaybola da bilir.”
Maguşa’nın doğum tarihi ise 26 Şubat 1992. Yani bir balık burcu. Ben astrolojiye inanmam, ama “inananlar için gelsin”.

Not 2:  Yazıyı hazırladığım sırada Mladost ve Mogren 9 Nisan 2014, Çarşamba günü Karadağ Kupası yarı-final ilk ayak maçında yine Podgorica’da karşı karşıya geldiler ve Mladost yine 2-0 galip ayrıldı. Gollerden biri de Mugoşa’dan.

11 Nisan 2012 Çarşamba

SLAVEN BİLİÇ

Geçen hafta Carvalhal’ın Beşiktaş’tan ayrılmasından sonraTürk gazetelerinde Slaven Biliç’in adı geçince hemen Hırvat gazetelerine baktım. Malum, “transfer” konusu mevzu bahisse, bizim gazeteler haberden çok fantastik kurgu yayınlamayı daha çok seviyor. Haber Hırvat medyası tarafından da doğrulanıyor. Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan sonra Biliç Beşiktaş’ı düşünebileceğini söylemiş.


2008 yılında Viyana’daki Hırvatistan – Türkiye maçı sonrası bloga yazdığım yazı için kullandığım fotoğraftan beri, Slaven Biliç’e içten içe ayrı bir sempati beslerim. Nedense son anda kaçan tur sonrası Slaven Biliç’in yüzündeki üzüntü, gözü yaşlı futbolcularını teselli etme çabaları çok samimi gelmişti bana. Penaltılarla kaybeden Hırvatistan’ın teknik direktörünün yabancısı olmadığımız bir tarzda, yani mafya babası edasıyla değil, gerçek bir abi gibi futbolcularını teskin etmeye çalışması gözlerimden kaçmamıştı.

Üç sene sonra, yani bundan yaklaşık beş buçuk ay önce Avrupa Futbol Şampiyonası grup eleme baraj maçında Türkiye ve Hırvatistan ile eşleşince, daha önce blogda yazdığım yazılara da atıfta bulunarak, Hırvat ve Türk gazeteleri taradığım bir yazı kaleme almıştım.

Çok ilginç bir şeyle karşılaşmıştım: Bizim gazeteler 2008’deki unutulmaz maçtan dolayı Hırvatların Türklerle eşleşmekten ne kadar korktuklarını yazıyordu. Hırvat gazetelere baktığımda ise Hırvatların ne kadar sevinçli olduklarını, “intikam” naralarını attıklarını gördüm. Hırvatistan’daki intikam atmosferinin içinde Hırvat milli takım teknik direktörü Slaven Biliç gayet soğukkanlı, nefret söyleminden uzak bir açıklama yapmış, Türkiye’nin iyi bir takım olduğunu ama kendilerinin daha iyi olduğunu söylemişti. Biliç bile Viyana’daki maçın rövanşını almak için ellerine çok iyi bir fırsat geçtiğini söylemişti ama Hırvat medyası için bu bile yeterli değildi. Biliç’i korkaklıkla suçlamışlardı.

Fakat, Biliç’in bu soğukkanlı ve nefret söyleminden uzak demeci Biliç’e sempatimin artmasına neden olmuştu. Kariyerine baktığım zaman Biliç hakkındaki yargılarımın boşa olmadığını gördüm. 1968 doğumlu genç teknik direktör, Yugoslav futbolunun Yugoslav futbolu olduğu dönemde Hajduk Split’te defans oyuncusu olarak parlamış. 1993 yılında Karlsruhe’ye 750 bin İngiliz Sterlin’i karşılığı transfer olmuş. Üç senelik başarılı Karlsruhe deneyiminden sonra 1996 yılında 1,3 milyon Sterlin’e West Ham United younu tutmuş. West Ham küme düşmemek için mücadele ederken Mart 1997’de Everton’dan geri çevrilemeyecek bir teklif almış. Everton’un 4,5 milyon Sterlin’lik teklifini küme düşmeme mücadelesi veren takımını sezon ortasında yarı yolda bırakmamak için kabul etmemiş ve Everton’a transferi ancak Ağustos 1997’de gerçekleşmiş.

Sadece futboldan anlayan, aslında futboldan da anlamaz derler ya, Hukuk Fakültesi mezunu bu genç tirek direktör zaman zaman rock gruplarında müzik yaparak hayatını futbolla kısıtlamayan dolayısıyla futbolla ilgili olarak da ne dediğini, ne yaptığını bilen bir yapıya sahip. “Futboldaki zaferler aynı savaşlar gibi bir ulusun kimliğini şekillendirir” diyen Hırvat lider Franjo Tudjman’dan farklı bir bakış açısıyla futbola yaklaşıyor Biliç. Futbolun bir oyun, eğlenceli bir oyun bilincinde ve diyor ki: “Kadınlara karşı çok büyük saygı duymakla birlikte, futbol bence dünyadaki en güzel şey.” Bu lafı da 2008’de Avrupa Futbol Şampiyonası öncesinde etmiş.

Hırvatistan ulusal kimliğinde futbol çok önemli bir yere sahiptir. Hırvatistan, aşırı milliyetçiliğin futbolu en çok sömürdüğü ülkelerden biridir. Bu ortamda Biliç’in hamasi demeçlerden kaçınmasını bilmesi bile bence başlı başına olumlu bir özelliktir. Bu Biliç’in milliyetçi olmadığı anlamına gelir mi? Gelmez. Ama en azından biz bunu Biliç’in basına verdiği demeçlerden anlayamıyoruz. Ulusal takımların teknik direkötrlerinin ne tür bir “millî” baskı altında olduğunu düşünürsek bu bile bence önemli bir meziyettir.

Şahsen, bir Gençlerbirliği taraftarı olarak, oyunun güzelliğine vurgu yapan böyle bir “adam”ın kendi takımımın başında olması beni mutlu ederdi. Beşiktaş’a geleceği yönünde haberler çıkınca kıskanmadım değil. Tabii ki nice kaliteli adamın başını yiyen “üç büyük” geleneği Biliç’e ne tür sürprizler yapar bilemeyiz. Muhtemelen bir kaç iyi –ve pahalı- oyuncusunu elden çıkarmak zorunda kalan, mali krizle boğuşan, dolayısıyla yeni transfer yapmakta da sıkıntıyla karşılaşabilecek olan bir takıma gelmek konusunda bir kere daha düşünecektir Biliç. Ama görünen o ki, Biliç İstanbul’dan ve Beşiktaş taraftarından etkilenmiş gibi.

(Fotoğraf: Jutarnji List)

5 Nisan 2012 Perşembe

Bosna Futbolu hakkında yeni blog (İngilizce)

Bir kaç haftadır Bosna futbolu ve Sırbistan birinci liginde oynayan tek Boşnak takım Novi Pazar hakkında Türkiye'deki Boşnakların haber portalı Haber Boşnak'ta haftalık yazılar yazıyordum.

Bu yazıları İngilizce'ye çevirip yeni bir blogda yayınlamaya karar verdim:
http://bosnianfootball.blogspot.com

Türkçe özgün metinlere ise her hafta buradan hiper bağlantı koyacağım.

Bu haftaki yazı için tıklayınız.

11 Kasım 2011 Cuma

ZELJEZNICAR – BOSNA HERSEK MİLLİ TAKIMI (8 Kasım 2011)

PORTEKİZ’E HAZIRLIK...

Son iki üç yıldır bayram tatillerinde Balkanlar’a Türkiye’den turist akını gerçekleşiyor. Uygun turlarla onbinlerce turist Türkiye’den Balkanlar’a akıyor. Özellikle bayram tatillerinin Sonbahar’a gelmesi sayesinde hem bölgedeki otel sahiplerinin yüzü gülüyor, hem de sezon dışı olmasından dolayı fiyatların düşüklüğü bu turları daha da cazip hale getiriyor. Temel olarak üç farklı güzergâh var: Birincisi Balkan Tunası. Romanya’dan başlayıp Belgrad’a kadar bir Tuna gezisini içeriyor. İkincisi “Elveda Rumeli” gezisi. Çoğu zaman Selanik’i de içine alan, Üsküp, Ohri, Manastır gezileri. Üçüncüsü Karadağ’da başlayıp Adriyatik kıyılarını takip ederek Dubrovnik’e ulaşan, oradan Poçitel, Blagay ve Mostar istikametiyle Saraybosna’ya uzanan bir tur. Geçen sene bu güzergâhı takip eden yaklaşık 10.000 Türk turist, o mevsimde başka uluslardan turistin olmadığı Dubrovnik’i “işgal etmişti”. Bu turistik “işgal” bol tarihî ironi sosuyla Hırvat gazetelerine yansımıştı.

Bu sene bu turistik işgal ordusuna kuzenlerim de katıldı ve böylece Saraybosna’yı da ilk defa görme şansını yakalamış oldular. 8 Kasım Salı öğle vakitlerinde Saraybosna-Başçarşı’da kahvelerimizi yudumlarken Zeljeznicar tribünlerinin en tanıdık simalarından Alen’i gördüm. İsmini zikretmekte sakınca görmüyorum, çünkü “Frontline Football” belgeselinin Bosna – Sırbistan maçıyla ilgili olan bölümünde boy gösteren Alen Ramiç Zeljo taraftarları arasında belki en medyatik olanı. (Belgeseli buradan izleyebilirsiniz) En medyatik olup olmadığı konusunda emin değilim ama sürekli spor çantasıyla gördüğüm Alen en sportif taraftardır.

Çarşı’da yine spor çantası ve eşofmanlarıyla Alen’i gördüm. Bana akşamki maça gelip gelmeyeceğimi sordu. Tezimi bitirdikten sonra uzun süre maçlardan elimi ayağımı çekmiştim ama bu sezon yine, yeniden Bosna ligini takip etmeye başlamıştım ve akşam maç olduğundan haberim yoktu. Lig maçları Bosna-Portekiz maçı nedeniyle ertelenmişti ve bu hafta kupa maçı da yoktu. Alen konuya açıklık getirdi: Bu akşam 18.00’de Grbavica Stadyumu’nda Zeljeznicar’la Bosna Hersek A Milli Futbol Takımı hazırlık maçı yapacaklarmış. Hem Zeljeznicar’ın 90. Yıl kutlama etkinliği hem de Bosna-Portekiz maçı öncesi bir hazırlık maçı niteliğinde bir maç.

Koyu Boluspor taraftarı kuzenim ilgisini çekti ve maça gitmeye karar verdik.
Bütün gün “turistik”yürüyüş yaptığımız için akşam üzeri hayli yorgunduk ve hiç de maça gidecek hâlimiz yoktu, fakat Doğan (kuzenim) bu fırsatı kaçırmak istemedi. Eve yürüyerek 20 dakikalık mesafede olan maça gitmeye karar verdik. Gündüz Tito Bulvarı’ndaki pazar yerinden aldığımız Bosna-Hersek formalarını giyip yola çıktık. Hava gündüz çok soğuk değildi ama Saraybosna geceleri adamı titretir. Buna uygun olarak da formanın üzerine kalın bir şeyler giymeyi ihmal etmedik tabii.

TM87’nin mekânı Grbavica Jug’dan (Grbavica Güney tribünü) biletlerimizi aldık. Maça beş dakikalık gecikmeyle girdik ve bu ilk beş dakikalık dilimde çok şey kaçırmışız. Kuzenim bir hazırlık maçına bu kadar çok seyirici geleceğini tahmin etmiyordu. Stadyum tıklım tıklım doluydu. Kuşkusuz bunda Grbavica Stadyumu’nun tam da Grbavica mahallesinin ortasında, apartmanların hemen yanıbaşında olmasının payı yok değil. Yandaki fotoğrafta bu ilişki daha net bir şekilde görülür zaten. (Fotoğraf: worldfootball.net) Elbette, Zeljeznicar taraftarının ateşi de stadyumun tıklım tıklım olmasına katkıda bulunuyordu.



Stadyuma girdiğimizde korografi gösterisinden arda kalan karton parçaları yerlerdeydi ve yakılan meşalelerin oluşturduğu sis hâlâ dağılmamıştı. Üstelik dördüncü dakikada Vedad İbişeviç’in golünü de kaçırmıştık. Güney tribününde oturacak yer olmayınca, kale arkasının tam ortasındaki basamakların en altından maçı izlemeye başladık. Bir kaç taraftar bana Zeljeznicar - Maccabi maçında Medjunjanin’e nasıl sövdüklerini anlattı, ki bunu o maçla ilgili izlenimlerimde yazmıştım. (Bkz. Zeljo – Maccabi)

Maç gerçek anlamıyla “dostluk maçı” havasında geçiyordu. Bosna-Hersek ulusal takımı yine İbişeviç’in ayağından 38. dakikada ikinci golü de buldu. Fakat buna Zeljo 40. dakikada Beşliya’nın golüyle yanıt verdi.

İkinci devrede kuzenle beraber oturacak yer arayışına girdik. Lâkin, dikildiğimiz yer tam da fanatiklerin bulunduğu yerin alt tarafındaydı ve tezahürat sırasında ağızlardan saçılan tükürüklerden biz de nasibimizi alıyorduk.

İkinci devre daha çok taktik savaşı şeklindeydi. Edin Dzeko’lu Bosna bol bol pozisyona girdi ama pozisyonlardan yararlanamadı. Bosna futbolunun en keyifli tarafı da budur zaten. Orta sahaları bile hayli ofansiftir ve bol bol pozisyona girerler. Orta sahanın ortası kullanılmaz. Arkası ve önü kullanılır. Bu haliyle sürekli mücadelenin ön planda olduğu, izlemesi keyifli bir maçtı. Kuzen için bu keyif sigara içmenin serbest olmasıyla iki katına çıkmıştı.

11 Kasım’daki Portekiz maçını düşünen Bosnalı milliler ikinci yarıda maça fazla asılmadı. Zeljo daha diri bir görünüm sergiledi ama Bosna-Hersek mili takımıyla Zeljeznicar’ın kalitesi arasındaki fark tartışılamaz bile. İkinci yarıda gol olmamasına rağmen güzel bir futbol izledik. Yugoslav futbolunun kendi gitmiş adı kalmış güzelliklerinden örnekler bile izleyebildik. Çapraz paslar, hatta uzun çapraz paslar, ince bilek hareketleri ve Yugoslav faulu.

Bu Yugoslav faulundan nefret edenleri anlayamam bir türlü. İzlemesi keyifli futbolun garatisidir Yugoslav faulu. Rakip sahaya korkusuzca gitmenin emniyet sübabıdır. Rakip takımın Yugoslav faulunu engelleyebilmek için tek yapması gereken bu taktiği uygulayan takım gibi ofansif bir oyun kurgulamasıdır. Topu rakipten kapan oyuncu ne kadar çabuk ayağından çıkarırsa o kadar iyi. Topu çabuk çıkarabilmek için de tabii ki ileride adamınızın olması lazım. Yani onbir oyuncunun onbirini de kendi sahanıza hapsederseniz, topu kaptığınız anda daha dağıtamadan indirirler sizi.

Bir de bu topu kaptırmaya müsaade etmeyecek, gelen tekmeleri incelikle savuşturabilecek teknik ayaklar ise candır.

Maçta tam 85 dakika boyunca taraftarlar Bosna’yı değil, Zeljeznicar’ı destekledi. Farklı bir şey beklemiyordum. Ama en azından son beş dakika milli takımlarını unutmadılar...

RONALDO’YU ZOR BİR MAÇ BEKLİYOR

Aslında sadece Ronaldo’yu değil Portekiz’i zor bir maç bekliyor. İki sene önce Dünya Kupası play-off maçının rövanşı niteliğinde olacak olan 11 Kasım ve 15 Kasım’daki maçlarda Bosna bu sefer rakibine göre daha güçlü. Geçen zaman içerisinde Bosna futbol olarak kendini hayli geliştirdi. Diasporadaki Bosnalı oyuncular takım oldular. Hemen hemen son beş senedir takımın iskeleti aynı. Dahası Portekiz de iki sene önceki Portekiz değil.

Maç yine Zenica’da Bilino Polje Stadyumu’nda oynanacak. Maçın Saraybosna’da değil de Zenica’da oynanmasının nedeni mâlum: Bilino Polje’de tribünler sahaya yakın ve Zenica da ateşli taraftarlarıyla meşhur. Zenica’daki maç zorlu geçecek. Lizbon’daki maçın da kolay geçeceğini pek zannetmiyorum. Bosna milli takımının taraftar örgütü BH Fanaticos kuralar çekildiğinden beri yoğun bir deplasman organizasyonu faaliyeti yürütüyor. Bu maça yine Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan ve BH Fanaticos tarafından örgütlenen Bosnalı taraftarlar akın edecek. Dahası, sadece diasporadaki taraftarlar değil, Bosna’dan da önemli miktarda taraftarın Portekiz’e gitmesi bekleniyor. Turizm şirketleri yoğun faaliyet içinde.

Fakat, bu maç özellikle Ronaldo için zor geçeceğe benzer. 10 Kasım, Perşembe günü Saraybosna’ya inen Portekiz’i Bosnalı taraftarlar karşıladı. Ama ne karşılama... Ronaldo’yu görür görmez Messi lehine tezahürata başlayan Bosnalı taraftarlar karşısında Ronaldo soğukkanlılığını korumuştu. Daha doğrusu biz öyle zannetmiştik. Fakat, bugünkü antrenmanda olayın iç yüzünün öyle olmadığını gördük. Zenica’daki antrenmana gelen Bosnalı taraftarların Ronaldo’ya takılmasıyla Ronaldo fotoğrafta görünen ayıp hareketi yaparak aslında soğukkanlılığını korumakta çok da usta olmadığını kanıtladı. (Fotoğraf: J. Hadzic, Dnevni Avaz)

Balkanlar’daki futbol kültürüne, taraftar kültürüne az çok aşina olanlar bilir; bu taraflarda futbolcu tribünle yüz göz olmaya görsün. Bunun devamı maçta da gelecektir. Sadece taraftar değil, Bosnalı futbolcular da Ronaldo’nun bu zaafiyetini kullanmak için elinden geleni yapacaktır. Biz de Ronaldo’nun profesyonelliğinin nereye kadar olduğunu hep beraber göreceğiz.

20 Ekim 2011 Perşembe

ÜÇ SENE SONRA HIRVATİSTAN

Bundan iki sene önce, son iki turnuvada aynı gruba düşen Bosna ve Türkiye’nin bir daha aynı gruba düşmemesi yönündeki dileğimi ifade eden bir yazı yazmıştım. Bosna’yla aynı gruba düşmedik. Fakat ne yalan söyleyeyim, Bosna deplasmanda Fransa’yla berabere kalınca, biz de Almanya yenince galip sayılınca Bosna’yla play-off maçı oynama ihtimalinin olması beni kara kara düşündürmeye başlamıştı. Neyse ki aynı torbadaymışız. Sözün özü, Bosna’yla, üstelik de play-off gibi adrenalinin tavana vurduğu bir ortamda maç yapmaktan yırtmış olduk. Daha doğrusu yırtmış oldum.

Kader bana yine kıyak geçti ve Bosna olmasa bile Türkiye’yi başka bir Balkan ülkesiyle eşleştirdi. Tabii ki bir çok futbolsever gibi kurada Hırvatistan’la eşleşince aklıma iki maç geldi. Birincisi 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, yani Türkiye’nin tarihi boyunca ilk defa katılmaya hak kazandığı bu turnuvanın ilk maçında yenildiğimiz maç. Bu maça ilişkin en önemli anekdot, Alpay gibi yeşil sahaların agresiflikte rakip tanımayan bir oyuncunun (Bakınız, penaltı kaçıran Beckham’la muhabbeti) kontra ataktaki Hırvat forvet oyuncusu Vlaoviç’i indirmek yerine kalemize kadar eskortluk yaparak “fair play” ödülü alması olmuştur.

Bu maçı belleklerimizden sildiğimiz epey oldu. 20 Haziran 2008’de Viyana’da Hırvatistan’la oynadığımız Avrupa Futbol Şampiyonası çeyrek final maçı, sadece bu maçı değil, bir çok başka maçı belleklerden silecek güçtedir. Öyle ki, el oğlu bile unutmamış. Kuralar çekilir çekilmez Hırvatistan-Türkiye eşleşmesi UEFA’nın bile web sitesinde manşetteydi.
11 veya 12 Kasım’da Türkiye’de, 15 Kasım’da Hırvatistan’da oynanacak maçların sonucunda bu seneki Avrupa Futbol Şampiyonası’na kimin gideceği belli olacak.

Bundan dört sene önce bir Ağustos akşamında Bosna-Hırvatistan arasında, misafir takımın 5-3 kazandığı bir dostluk maçı oynanmıştı. Öncesinde ve sırasında kavgaların, çatışmaların yaşandığı maça “dostluk” maçı demek ne derece doğru olur bilemem, ama maç sırasında Bosnalı taraftarlar Hırvatları kızdırmak için şöyle bir slogan atmışlardı: “Zagreb će biti Turska mahala”. Beatles’ın “Yellow Submarine” şarksının nakarat bölümünün (We all live in yellow submarine) uyarlanmasıyla oluşturulan bu slogan şu anlama geliyor: “Zagreb Türk Mahallesi olacak”. Değme Türk milliyetçisinin bile dile getirmeyeceği cinsten bir slogan! Bununla ilgili bir de yazı yazmıştım.

Maçı birlikte izlediğimiz Boşnak arkadaşlardan Hırvatlarla aralarındaki hadiseye bizi karıştırmamalarını istemiştim. Fakat böyle bir şey pek mümkün değil. Nitekim 20 Haziran 2008’de oynanan Türkiye – Hırvatistan maçı sonrasında Bosna’nın bir çok yerinde olaylar çıkmıştı. Brezilya-Hırvatistan maçlarında bile olayların yaşandığı Bosna’da, Türkiye-Hırvatistan maçında olay çıkması pek de garipsenecek bir durum değil. Malûm olduğu üzere, Bosnalı Hırvatlar –genelleme yapamasak da, yapmayı tercih etmesek de- Hırvatistan’a karşı ayrı bir sevgi beslerler. Bundan pek de hazzetmeyen Boşnaklar (Bosnalı Müslümanlar) da bu durumda Hırvatistan kiminle oynarsa, rakip takıma karşı bir sempati beslerler. Hele ki rakip takım Türkiye ise.

Bu sene muhtemelen benzer hadiseler yaşanmaz. Nitekim, Bosnalıların kafası çokça Portekiz’le meşgul olacaktır. Biz de Hırvatlarla baş başa kalacağız.

HIRVATLAR HAKİKATEN TÜRKLERDEN ÇEKİNİYORLAR MI?

Kura çekildiğinin ertesi günü Türkiye’deki gazeteleri okudum. Güzide basınımız Hırvatların Türkiye ile eşleşmesinden dolayı ne kadar bedbaht olduklarını yazıyor. Kuralar çekilir çekilmez, Slobodna Dalmacija, Dnevnik gibi Hırvatistan’ın önde gelen gazetelerine baktığımda ise çok farklı şeyler okumuştum. "Acaba yanlış mı okudum?" diye tekrar baktım. Yanılmıyordum. Korku veya en ufak bir çekince ne kelime, gazeteler “intikam” çığlıklarıyla doluydu. Çok büyük bir hata! Ben olsam intikam çığlıkları yerine gazeteleri “en kötü kurayı biz çektik” minvalinde başlıklarla donatırdım. Mâlum, sırtının sıvanmasında dehşet keyif alan bir toplumuz. Bunu bilenler de Türkiye’yi cepheden karşılarına alıp da adrenalin dopingi yapacaklarına, traş öncesi kremle sakalı yumuşatma yoluna gidebilirlerdi. Kendi kendime; “Biliç yanlış yapıyor” diyordum ki, manşetlerin altını okumaya başlayınca, Hırvat gazetecilerinin de en az bizimkiler gibi söylenenden bambaşka şeyleri manşete taşıma yeteneklerine sahip olduklarını gördüm.

BİLİÇ NE DEMİŞ?

Evet, Biliç Hırvat gezetelerin manşetine yansıdığı şekliyle bu eşleşmenin kendilerine bir intikam şansı doğurduğunun altını çizmiş ama söylediği bambaşka şeyler de var. Kuradan önce Bosna ve Türkiye ile eşleşmekten pek de memnun olmayacağını açıklayan Biliç, kura çekildikten sonra basına verdiği demeçte aynen şunları söylemiş:

“Hiç kuşku yok ki, çok güçlü bir rakibimiz var” diye başladıktan sonra masaya yumruğunu vuran Biliç devam etmiş: “Güçlüler ama bizden daha güçlü değiller. Türkler de şampiyonaya kalmak için çok hırslılar. Çok iyi oyuncuları var ve dünyanın en iyi teknik direktörlerinden birine sahipler. Kesinlikle kendi takımıma inanıyorum. Dört yıldır bu anı bekledim ve bu anın hayalini kurdum.” 2011'den 2008'i çıkarınca "ödrt" bulan ve bu şekilde aritmetik bir hata yapan Biliç sözünü şöyle tamamlamış: “Viyana’daki maçın rövanşını almak için mükemmel bir fırsatla karşı karşıyayız.”

En çok dikkatimi çeken ise Hiddink’le ilgili yorumu oldu. Hiddink’i ciddiye alıyor. Dünyanın en iyi takımlarını başarıya götüren hocanın bizde yarı-zamanlı kıvamında görev yaptığından haberi yok anlaşılan. Bir de Arda, Selçuk ve Mehmet Topal’dan çekiniyormuş.

HIRVAT MEDYASI NE DİYOR?

Hırvat gazeteciler bu açıklamadan memnun değiller. Zira, Biliç’i korkaklıkla suçlayanlar, Türkiye’yi gözünde büyüttüğünü iddia edenler var. Hırvat medyası daha cüretkar. Dnevnik gazetesi kura ile ilgili haberi şöyle bitirmiş:

“DAJTE NAM TE TURKE! EVO VAM İH. ILİ JESTE İLİ NİSTE...”

Tarafımca anlamına kesin olarak sadık kalınarak yapılan yarım-yamalak Türkçe çevirisi şöyle: “Türkiye’yi bize verin. İşte size fırsat! Ya şimdi, ya hiç bir zaman!”

Yugoslav iç savaşında gazetecilerin rolünü hatırlamamak olası değil.

İkinci maçı evlerinde oynamayı tabii ki de büyük avantaj olarak görüyorlar. İkinci maçı İstanbul cehenneminde oynamamaları onlar için bir avantajmış.

Eski Trabzonsporlu Vugrinec ise geçenlerde Jutarnji List gazetesinde Trabzon’daki üç yıllık deneyiminden yola çıkarak Türklerin ne derece fanatik olduklarıyla ilgili bir röportaj vermiş. Trabzon'la İstanbul arasındaki mesafenin (1183 km) Zagreb'le İstanbul arasındaki mesafeden (1359 km) birazcık daha az olduğundan haberleri yoktur muhtemelen.

Bu iki yazıdan anlaşılan şu: “Türkiye’deki maçı en az zararla atlatırsak bize her yer Trabzon!” (Pardon: “Bize her yer Zagreb”)

Maçın Zagreb’deki Maksimir Stadyumu’nda oynanması muhtemel. Maksimir Yugoslav iç savaşının başladığı yer olarak bilinir. Mayıs 1991’de Dinamo Zagreb ve Kızılyıldız arasında Maksimir Stadyumu’nda oynanan maç bu kanlı süreçte kıvılcımın çakıldığı yer olarak betimlenir.
Fakat, fanatik taraftarlara sahip Hajduk’un kenti Split de bu kritik maça ev sahipliği yapmaya talip.

Şahsen Kasım ayında buz gibi bir Habsburg kenti olan Zagreb’e gideceğime, Adriyatik’in Akdeniz kokulu Split cennetinde maç izlemeyi tercih ederim.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

ZELJEZNICAR – MACCABI TEL AVIV (28 Temmuz 2011)

2009 yılı rakamlarına göre Dünya’da toplam 126 milyon blog varmış. (Bkz: Internet 2009 in numbers). Herhalde 2011 yılı ortasında bu rakam 200 milyonu çoktan geçmiştir. Blogların en büyük sorunu da “ölmeleri”. Bir hevesle açılan bloglar, blogları açan kişilerce güncellenmediği için bir müddet sonra “ölüyor”. Ya da bitkisel hayata giriyor diyelim.

Bu blog da 2007 Kasım ayında açıldı. Bir şekilde ortalama olarak ayda bir kere yeni bir şeyler yazarak bloğu güncel tutmaya çalışıyordum ama 2008 yılından bu yana, yani neredeyse üç yılda sadece bir yazı ekleyebilmişim.

Bu bağlamda Bosna Futbol Kültürü “blog ölümü”ne iyi bir örnekti. Fakat son iki-üç aydır hafif hafif beni rahatsız ediyordu bu “blog”un ölümü. Belki inanmyacaksınız ama bir delinin “Bosna Futbolu” hakkında açtığı bu bloğu takip edenler, yeni yazılar görmek isteyenler var. “Hocam, yeni yazı koymayacak mısın?” sorularını uzun süredir “Evet. İşten, güçten vakit bulup bir türlü yeni yazı koyamadım. Boşladım. En yakın zamanda yeni yazı koyacağım” türü yalanlarım beni de rahatsız etmeye başlamıştı. İşin aslı, Google’da “football culture” (futbol kültürü) yazınca ilk beş siteden biri benim bloğun İngilizce versiyonu. Bu durum da bloğun yeniden hayata döndürmek için bayağı yüreklendiriyor insanı. Gerçi şimdi ikinci sayfaya düşmüş ama “Bosnian Football Culture” yazınca rakibim yok. Başka “deli” yok çünkü bu konuya kafayı yoran! Çok şükür “futbol kültürü” diye Türkçe aratınca hala ilk beş siteden biri olarak çıkıyor benim blog.

Şu sıralar belli bir tarihe kadar yetiştirmem gereken çok önemli işlerim yok. Altı sene sonra ilk defa böyle bir dönem yaşamaktayım. Biliyorum, çok uzun sürmeyecek ama yine de keyfini çıkarayım, uzun zamandır vakit ayıramadığım şeylerle ilgileneyim diyorum. Dediğim gibi, en son olarak 2009 Ekim’inde “Bir Daha Mümkünse Bosna’yla Aynı Gruba Düşmeyelim” başlıklı yazıdan bu yana bloğu öksüz bırakmıştım. Aslında arada geçen süre içerisinde bloğu boşlamak için çok iyi bahanelerim var: Askere gittim, doktoramı verdim, yardımcı doçent oldum, evlendim, bir de oğlum oldu! Yeter mi? Bu arada bir buçuk sene boyunca İstanbul’da bir üniversitede ders vermemden dolayı her hafta İstanbul-Saraybosna yolunu gidip gelmemin beni nasıl tükettiğini hiç anlatmayayım. Fakat, boşuna duygu sömürüsü yapmayacağım. Blogda yeni yazıların yer alamamasının tamamıyla başka bir nedeni var: SIKILDIM!

Tez sonrası yaşanılan en önemli travmalardan birisi de tez konusuna yabancılaşmaktır. Açıkçası sadece tez konum olmasından dolayı değil, son dönemde yaşanılanlar futboldan uzaklaşmamı daha da kolaylaştırdı. Gençlerbirliği’nin durumu ortada, Türk futbolundaki rezillikler artık kabından taşmaya başladı, üstelik kötü oynadığım için kaleci olduğum halı saha maçlarında kalecilik performansım bile eskiyi aratmakta. Siz düşünün gerisini!

Geçtiğimiz sezon heveslenip Grbavica’daki Zeljeznicar-Sarajevo derbisine gittim. Maçtan sonra bloğa bir yazı koyma umudum vardı. Fakat bu heves saman alevi gibi çabucak söndü.

Herkes Türkiye’de sıcaktan kavrulurken, bu taraflarda deniz kenarına gidebilmek için havaların düzelmesini beklediğim şu günlerde Bosna’daki bir diğer Alkara olan Erdoğan telefon açtı. Evet Ankara'da Gençlerbirliği taraftarı sayısı az olabilir ama burada tam tamına iki kişiyiz! Çarşamba günü Zeljeznicar-Maccabi Tel Aviv UEFA Avrupa Ligi, Üçüncü Ön Eleme Turu maçı varmış. Maça gitmeye karar verdik. İşte bu maçtan sonra artık bu bloğa bir şeyler koymanın vaktinin geldiğini anladım.

Saraybosna’da yaklaşık bir haftadır kapalı-yağmurlu bir hava var. Maç Zeljeznicar’ın maçlarını oynadığı Grbavica Stadyumu’nda değil, Koşevo’daymış. Muhtemelen Grbavica’nın UEFA kriterlerine uymadığı içindir. Koşevo Stadyumu’nun kapalı tribünü olmaması gün boyunca gözümün bulutlarda olmasına yol açıyor ama ne yağmur yağıyor o saate kadar, ne de maçın oynanacağı saatlerde yağmur yağacağına dair bir emare var bulut hareketlerinde. Hava oldukça güzel ve uzun kollu bir tişört üşütmüyor.

Zeljo hakkında güncel bilgim “sıfır” seviyesinde. Sadece geçen sezonu üçüncü kapattıklarını biliyordum. O kadar! Her zaman “Bana takımları, oyuncuları sormayın. Ben maçı izlemiyorum, maçı izleyenleri izliyorum” diye bir bahane uydururdum ama artık taraftarları da çok iyi tanıdığım söylenemez. Alan araştırmam Şubat 2008’de bitti ve aradan geçen 3,5 sene yeni bir taraftar kuşağının oluşması, eski taraftarların evlenip, iş-güç sahibi olup da tribünden kopması için uygun bir süre.
Nedenini anlamadığım bir biçimde Koşevo Stadyumu’nun Kuzey (Sjever) ve Batı (Zapad) tribünleri taraftarlara açılmamış. Taraftarlar sadece kale arkası Güney (Jug) ve hastane tarafındaki Doğu (İstok) tribünlerinde konuşlanmış. Bir de Batı tribünündeki şeref tribünü açık tabii ki.

TM87 (yani “Manyaklar” – herhangi bir gruba bu isimle hitap etmeyi pek sevmiyorum, o yüzden TM87’nin -yani The Maniacs 1987’nin- kısaltılmışını tercih ediyorum) doğal olarak Güney tribününe yerleşmiş. “Doğal olarak” diyorum, çünkü iki nedenden ötürü: Birincisi; TM87 Grbavica’da da Güney tribünündedir, İkinicis; Koşevo’da Sarajevo maçlarında misafir tribün Güney kısmıdır. Denilebilir ki, Koşevo’daki Güney tribünü Sarajevo’dan daha çok Zeljeznicar taraftarlarına aittir.

Ne yazık ki, bu maçla ilgili elimde fotoğraf yok. Seneler sonra “Bosna Futbol Kültürü” yazısı için maça giderken not defterimi aldım ama kalem unutmuşum, fotoğraf makinemi de aldım ama pilleri unutmuşum. Maçlara (ya da “alan”a) bir değil üç-dört kalemle giden, fotoğraf makinesindeki pillerin dolu olup olmadığını kontrol etmekle yetinmeyip stadyum girişindeki güvenlikçilerle ya da polisle papaz olmayı göze alarak yedek pil almayı hiç bir zaman ihmal etmeyen bir antropolog için olmayacak bir hata! Bir daha ki yazıya, ki umuyorum 2 sene sonra değil, daha yakın bir zamanda, görsel malzeme koyacağıma söz! Bu maçın fotoğrafları için Zeljeznicar’ın resmi web sitesine uğrayabilirisiniz.

Güney tribünün tamamı doluydu. Köşelerde bile boş oturak yoktu. Batı tribününde de tek tük boş yer vardı. Yani maçta aşağı yukarı 17-18.000 seyircinin olduğunu söyleyebilirim. Ankara 19 Mayıs’tan alışkanlık, “maratonun göbeği”ne oturduk. Aile tribünü yani. Oğluyla, eşiyle maça gelen bizim gibi evli barklı seyircilerin mekânı! İki Gençlerbirlikli olarak 19 Mayıs geleneğini bozmadan çekirdeğimizi yedik, hatta arada ayağa kalkıp bir iki tezahürata da katıldık. Maç boyunca gevezelik de ettik tabii.

Bosna’da 60’a yakın maça gittim. Bu maçların hemen hemen tamamında elimde fotoğraf makinesi ve not defteriyle taraftarlar arasında dolaşmışımdır. Yavaş yavaş bu huyumdan vazgeçmeye, stadyuma gittiğimde maçı izleyenleri izlemektense, maçı izlemeye kendimi alıştırmaya başladım. Ne yalan söyleyeyim, bundan dolayı uzun zamandan sonra futboldan hafifçe hoşlanmaya bile başladım. Bunda maçın hareketli olmasının da payı vardı elbette. Maçın başından itibaren Zeljo sürekli golü düşündü. Topu alır almaz hep atağa geçti. İzlemesi keyifli bir oyun sergiledi ama “bal yapmayan arı” kıvamında br oyundu.

Maçın istatistikleri Championship/Football Manager müdavimlerini çıldırtacak cinsten: UEFA’nın istatistiklerine göre Zeljo’nun yarattığı on gol pozisyonuna karşılık Maccabi’nin yedi pozisyonu var. Ama top yuvarlak: Maçı Maccabi 2-0 kazandı. İlk yarı kesinlikle Zeljo hakimdi oyuna. Ama gol yollarını zorlayamadılar bir türlü. Sadece Zeljo'nun değil, Bosna liglerinin en pahalı futbolcusu (650.000 Avro değerindeki) Zajko Zeba da etkili olamadı. Zeljo’nun serbest atışlarda zayıf olduğunu gören Maccabi defansı tehlike yaratabilecek pozisyonlarda Zeljoluları indirmekte sakınca görmediler. Tabii ki bundan ikinci sarıdan kırmızı kart göstermekten imtina eden İsveçli hakemin de payı yok değil. Bu arada maçı yöneten İsveçli hakem üçlüsününden birisinin ismi Mehmet Culum. Yan hakemlerden kısa olanının bizimki olduğunu tahmin ediyorum. Tam da önümüzdeydi. Yanlış bir karar vermesini bekledim “yancııı” diye taciz etmek için, ama bana bu fırsatı vermedi.

Maç sırasında sahada Sarajevo’nun deplasmanda Sparta Prag karşısında 2-0 mağlup olduğu haberi geldi. Kale arkası bu habere sevindiğini belli ederken, bizim tribünden pek tepki gelmedi.

Sürekli atak yapan Zeljo gol atamayınca ikinci yarı için iki ayrı alternatif vardı: Ya Zeljo gol yollarını açmak için bir çözüm bulacaktı, ya da Maccabi rakibin atağa çıktığında yarattığı boşluklara yüklenecekti. İkincisi oldu. Maccabi teknik direktörü Adamir, Zeljo’nun açıklarını iyi görmüş olmalı ki, uzun zamandır sakat olan, dolayısıyla ikili mücadelelerde zayıf ancak boş alanda hızlı olan Arjantin asıllı oyuncusu Roberto Colautti’yi ikinci yarıda oyuna soktu. Colautti 47’de ilk, 56’da da ikinci golünü attı. (Maçın özet görüntüleri için buraya tıklayın)

Görevini yapan Colautti, Zeljo defansı tarafından biraz geç farkedildi. Zaten fark edilir edilmez de görevini yerini getirmiş olmanın huzuruyla maçın bitmesine yarım saat kala maçla ilgisini kesti. Bu arada hemşehrilerine karşı oldukça hırslı oynayan Maccabi’nin Boşnak oyuncusu Haris Medjunjanin’in annesinin bol bol kulakları çınladı. Ekseriyetle anneye sövülen Bosna’da ilk defa “bacı”ya da sövüldüğüne şahit oldum.
Zeljo’da ise sağ kanatta adam geçmekte fena olmayan ama pas yüzdesi çok düşük olan 4 numaralı formasıyla Zeljo’nun Karadağ asıllı Sırp defans oyuncusu Goran Markoviç beğenimizi topladı. Markoviç Zeljo’ya bu sene gelmiş. Zeljo’ya bu sene gelen bir diğer oyuncu, Liberya asıllı İsviçreli Patrick Gerhardt Nyema da hızlı oyunuyla dikktimizi çekti, ama Zeljo’da bir şeyler yapabilmesi için Bosna’da tecrübe edinmesi gerekiyor.

Maccabi’nin skoru üçe, hatta dörde kadar çıkarabileceğini beklerken Zeljo biraz toparlanır gibi oldu. Fakat, gole gitmek için farklı taktikler deneyen Zeljo’nun ne yazık ki bu taktiklerin hakkını verecek yetenekte oyuncuları yok. Maccabi’nin bende pek güven hissi uyandırmayan kalecisini uzaktan şutlarla avlayabilecek bir adam çıkmaz mı? Gelişine gelen toplara şöyle güzelce çakan bir adam çıkmaz mı? Çıkmadı... Maç 2-0 bitti.