Bundan 16 sene önce Saraybosna’da Bosna ve Hırvatistan
arasında bir dostluk maçı oynanmıştı ve maç boyunca Bosnalı taraftarlar
Hırvatları kızdırmak için şöyle bir slogan atmışlardı: “Zagreb će biti Turska
mahala” (Zagreb Türk mahallesi olacak)
Geçen günlerde Twitter’da Türkiye haritası üzerinde
Hırvatistan bayrağı işli buzdolabı mıknatıslarını görünce aklıma o maç geldi.
Tabii ki de bunun arkasında bir bit yeniği aramak, hemen
konspiratif teoriler üretmenin manası yok. Muhtemelen büyün magnetlerin
üretildiği Çin’deki fabrikada bir karışıklık olmalı. Ama bir takım Balkan
mevzuları işte J
16 yıl önceki maç izlenimlerimle ilgili paylaştığım yazı ise
şurada.
2 Aralık 2022 Cuma
Saraybosna Demirspor (Željezničar) – Konyaspor
Stadyum: Grbavica / Saraybosna
Tarih: 29 Kasım 2022 – 18.00
Bu bloğa uzun zamandır yazı eklemiyorum. 2007
yılında bu sayfayı açmamın nedeni “Saraybosna’da futbol taraftarlığı” üzerine yürüttüğüm
doktora tez çalışmam esnasında ara sıra akademinin dışına çıkarak rahat rahat
yazabileceğim bir mecra yaratmaktı. Bir dönem Türkiye’nin sürekli Bosna-Hersek’le
aynı eleme gruplarında eşleşmesiyle, blogdaki yazılar da daha çok Bosna-Hersek
ulusal takımı üzerine yoğunlaşmıştı. Yani bloğun ekseni, istemeden de olsa
Bosna liginden çok ulusal takıma kaymıştı. Sonra ise zaten mevzudan tamamıyla
uzaklaştım ve Bosna futbolu ilgim senede bir ya da iki maç seviyesine kadar
düştü.
Şansıma son 10 yılın en önemli maçlarında Saraybosna’daydım.
Savaşta hasar gören aydınlatma sisteminin yeniden inşa edilmesinden sonra 22
Nisan 2009’daki ilk gece maçında Grbavica’daydım. 1 Nisan 2017’de de Grbavica’nın
Doğu Tribünü’nün (Istok) açıldığı ilk maçta da stadyumdaydım. Söz vermeyeyim
ama bu maçlara ilişkin birkaç notumu daha sonra paylaşabilirim. Hatırladığım
kadarıyla…
Geçen yıl Željezničar’ın 100. Yıl kutlamalarına
ise ne yazık ki katılamadım. Evde Covid belasıyla cebelleşirken hüzünlü
gözlerle Grbavica’nın ışıklarına bakmakla yetinmek zorundaydım.
Çalışma odamın penceresinden Grbavica.
Son zamanlarda Bosna futbol kültürüne yeniden eğilmemi
sağlayan bazı gelişmeler oldu. Yaz sonunda Tanıl Bora’dan bir mesaj geldi: “Toplum
ve Bilim için Katar’daki Dünya Kupası ile ilgili bir şeyler yazar mısın?”
deyince tabii ki kıramadım. Kıramamak ne kelime! Adeta "atladım" diyebilirim. “Futbol kültürü”nü yeniden ciddiye almamı sağlayan
süreç böylece başlamış oldu. Eylül sonunda Zagreb’teki bir konferans’ta “Bosna
kadın futbolu” üzerine çevrimiçi bir sunum hazırladım. Sosyal medyada bunun
duyurusunu yapınca birkaç arkadaş beni Bosna futbolu üzerine çalışmalarımı
yeniden başlatmam için yüreklendirdi.
Tezim için bir senelik alan araştırmamı
bitirmemin üzerinden neredeyse 15 yıl geçmişti ve geriye dönüp baktığımda bu
konuda benden sonra dikkat çeken bir çalışma yapılmadığını da fark ettim. 15
senede Bosna futboluna zaman harcayacak başka manyak çıkmamış. Ben de Bosna
futbol kültürüne biraz da retrospektif bir bakış açısıyla yeniden eğilmemin
kimseye bir zararının olmayacağını düşündüm. Üstelik bu sefer “tez” gibi bir
zorunluluğum da yok.
Neredeyse Güz aylarının tamamını Türkiye’de geçirdikten
sonra, Saraybosna’ya gelir gelmez alan coşkumu tazelemeye karar verdim.
Sosyal medya hesaplarıma bakarken Željezničar’ın resmi Twitter hesabından bir duyuruyla karşılaştım: 30 Kasım’da Konyaspor’la bir dostluk maçı varmış. İşte, alan araştırmama yeniden başlamak için fırsat!
15 sene sonra yeniden bir etnograf edasıyla Grbavica’nın
yolunu tuttum. Aslında bu zaman aralığında birkaç kere Grbavica’ya gitmişliğim
var. Sonuçta semtimizin takımı…
Grbavica'daki ilk maçım ve çektiğim ilk fotoğraf. 3 Mart 2007, Zeljo: 6 - Posuşje: 1.
Konyaspor maçı Željo’nun bir Türk takımına
karşı oynadığı dördüncü maç ve dört maçın dördü de dostluk maçı. İlk maçı Adana
Demirspor’a karşı 1953’de oynamışlar ve 4-1 galip gelmişler. Yaşasın demirsporların
kardeşliği! 1965 yazında İstanbul turnesine çıkıp Galatasaray’la 0-0 berabere
kalmışlar, Beşiktaş’ı da 1-0 yenmişler. Evvelki akşamki maçta ise Konyaspor’a
2-1 yenildiler.
Maçın ilk dakikalarında Konyasporlu
futbolcuların zeminle oldukça zayıf bir ilişki kurdukları gözden kaçmadı. Maç
saatinde iki dereceyi bulan sıcaklık “gizli buzlanmayı” işaret ediyordu ve
Konyasporlu futbolcular sürekli kayıp düşüyordu. “Yahu kardeşim Antalya’dan mı
geldiniz?” diye kendi kendime söylenirken çabuk toparladılar ve yedinci
dakikada ilk ciddi gol pozisyonunu buldular. Hemen ardından sekizinci dakikada Konya
ilk golü Iche Ikpeazu ile buldu. Dokuzuncu dakikada Željo’nun Brezilyalısı
Santos soldan güzel bir driplingle geldi ama son vuruşu kötüydü. 11. dakikada Hırvat
oyuncu Paviçiç’le Konya farkı ikiye çıkardı. Buna 21. Dakikada Željo Haydareviç’le
yanıt verdi. Željezničar resmî Youtube hesabında paylaşılan 14 dakikalık
videoda bu golün ne kadar enteresan bir gol olduğunu izleyebilirsiniz.
Maçın geri kalan 70 dakikası, özellikle de son yarım saati müthiş sıkıcıydı. Havanın soğuk ve puslu olması da etkili olmuş olabilir. Gerçi son dakikalarda bir hareketlenme oldu ama ne futbolcuları ne de tribünde donmak üzere olan bizleri ısıtmaya yetmedi. Hakem insaflı davrandı ve tam 90. dakikada maçı bitirdi. Bir saniye bile ek süre koymadan…
Belki ilk 20 dakika dışında futbol adına çok
parlak bir maç değildi ama duygusal ve güzel anlar yaşandı. Konyaspor’un Boşnak
asıllı iki oyuncusu İbrahim Şehiç ve Amir Hacıahmetoviç oyundan çıkarken
tribünlerden bol bol alkış ve tazahürat aldılar. Futbol kariyerlerinin ilk basamaklarını
Grbavica’da atan Şehiç ve Hacıahmetoviç “Željonun çocukları” diye anons edildi. 1997 Danimarka
doğumlu Hadziahmetoviç Nexo’da top oynamaya başlamış ve son iki yılı A takımda olmak üzere 2009-2016 yılları arası
tam yedi sene Željo’da ter dökmüş. 1988 doğumlu kaleci
Şehiç ise Željo’da futbola başlamış ve 2007-2011 yılları arasında Željo’da
oynamış. Hacıahmetoviç 2009/10’da, Şehiç de 2014/15’teki şampiyon kadroda yer
almış.
Tribünlere gelince…
Yukarıda dediğim gibi, 2007 yılındaki alan
çalışmam sırasında tek bir istisna dışında Grbavica’daki bütün maçları Željo’nun
efsane taraftar grubu Manijaci (Manyaklar) ile birlikte güney tribününde (Jug’da)
izlemiştim. Aslında “maçları izlemiştim” yanlış bir ifade olur. Maçları
izleyenleri izlemiştim desem daha doğru. Tek istisnası ise güney tribünün kar
altında olmasından dolayı Manijaci’nin kuzey tribününde (Sjever) izlediği
maçtı.
Tezimi verdikten sonra ise bir aile babası
olarak “pabuçari”, yani “terlikçiler” olarak tabir edilen orta yaş seyircilerle
birlikte Sjever’de izlemiştim. Madem alan araştırmasına yeniden başladım, o
zaman Jug’a dönmem gerekiyordu. Jug’da hepi topu 100 kadar taraftar vardı. Tribünü
birkaç defa turladım ve eski taraftarlardan kimseye rastlayamadım. Asıl
taraftar kitlesi ise yeni açılan doğu tribünü İstok’taydı. Belki de 15 sene
önce Jug’da olan taraftar yaş aldıkça hır-gürün daha az olduğu Istok’u tercih
etmişti. İlerleyen maçlarda Istok’u da bir deneyimlemek lazım.
Yeni açılan İstok tribünü
Elbette ki dostluk maçı olmasından dolayı
taraftarın performansı oldukça düşüktü. Maç başlamadan önce stadyumun
hoparlörlerinden Željezničar’ın alamet-i farikası Tifa’nın meşhur şarkısı “Grbavica”
çalarken güzel bir ambiyans yaşandı ama maç boyunca Grbavica hemen hemen
sessizdi.
Bu arada şeref tribünün olduğu Zapad (Batı)
tribünde on kadar, Istok’ta da 20 kadar Konyaspor taraftarı dikkatimi çekti.
Muhtemelen Saraybosna’daki Türk öğrencilerdi.
UEFA stadartlarına uyacak diye bu şirin lokomotifin stadyum duşına atılmasını bir türlü sindiremiyorum.
2006 yılında kısa bir Balkan turundan sonra Four Four Two için bir yazı kaleme almıştım. Fenerbahçe'nin Vardar'la eşleşmesi üzerine Vardar'la ilgili de bir kaç kelam eden bu yazıyı üzerindeki tozla beraber bloga koyuyorum. -------
Bu coğrafyaya dair genelde hepimizin aklına gelen savaşlar ve
sürgünlerdir. Balkanlar deyince gözümüzün önünde yıkık evler, bombalanmış
köprüler, evlerini terketmek zorunda kalan insanlar, roket ve mermilerle parça
parça olmuş bedenler gelir gözümüzün önüne. Bu yazıda ne yazık ki bunları
bulamayacaksınız. Balkan kentlerinden herhangi birinde bulunmuş bir kişi için
Balkanlar çok farklı şeyleri ifade eder.
Puslu bir sonbahar sabahı Bulgaristan-Makedonya sınırının
bulunduğu 1180 metre rakımlı Devebayır tepesinden otobüsle Makedonya
topraklarına ayak bastığımda sanki Milcho Menchevski’nin 1995 yılında Cannes
Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almış Yağmurdan Önce filminin bir sahnesinin içinde buldum kendimi.
Fakat, elbetteki filmde başrol karakteri Aleksandr Kirkov gibi seneler sonra
köyüme gitmekten ziyade, amacım en az bir futbol maçı izlemekti. O hafta
Üsküp’te Vardar-Sileks maçı vardı bahtıma. Kuşkusuz ki, Makedonya’nın diğer
kentlerinde daha ilgi çekici maçlar da vardı: Prilep’teki Pobeda-Makedonija ,
veya daha da ilginci Kiçevo’da Napredok-Şkenderiya maçları gibi. Otuz yaşından
sonra insanın gözüne yollar daha uzun geliyor. Başkentin konforunu tercih ettim
açıkçası. İtiraf etmek gerekirse Vardar’ın Al-Kara renkleri de bu kararımda
etkili olmadı değil hani.
17 Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan eden Makedonya oldukça
sıkıntılı günler geçirdi ve bu sıkıntıların hala devam ettiğini söylemek
mümkün. Elbette ki, bu durumun futbola da yansıdığını söyleyebiliriz. Eski
Yugoslavya döneminde Yugoslavya Ligi Şampiyonluğu’nu kazanan tek Makedonya
takımı olma onurunu elinde tutan Vardar takımının taraftarları hala eski
günleri özlüyor.
Her ne kadar Vardar 1985/86 sezonunda Yugoslavya şampiyonu
olmuş olsa da, bizde “asansör” olarak tabir edilen, Vardarlı bir taraftarın ise
“yo-yo” olarak tanımladığı bir futbol kulübü. Şampiyon olan kadronun yıldız
oyuncuları Belgrad takımlarının yolunu tutarken, bu futbolcular arasında
bulunan Darko Pancev Avrupa Kupasını kazanan Kızılyıldız takımının as
oyuncularından biriymiş.
Hatta 1990/91 sezonunda Yugoslav liginde attığı
gollerle Altın Ayakkabı ödülünü de kazanmış. Uzun süre futboldan elini ayağını
çekmiş olan Darko Pancev sahibi olduğu “Cafe 9”da sakin bir hayat sürerken 2006
başlarında Vardar’ın genel menejerlik koltuğunda buluvermiş kendini. İşinin
kolay olduğunu söylemek hayli güç. 18 Eylül’de Şkendiya’yı deplasmanda 2-0
yenerek liderliğe oturan Vardar’da yaşanan iktisadi sıkıntılardan dolayı
ödemeler yapılamadığı için futbolcular Sileks maçından önceki iki antrenmana da
çıkmamışlar. Maçta da futbolcuların istekli bir oyun sergilediklerini söylemek
hayli güç. Fakat Vardar, Makedon liginin bir diğer takımı olan Bregalnitsa Ştip
kadar şanssız değil. Nitekim Bregalnitsa oyuncuları sadece antrenmalara
çıkmamakla kalmayıp maç günü sahaya da çıkmayı reddettiler ve sadece genç
oyunculardan oluşan Ştip, Başkimi’ye kendi evlerinde 5-0 yenilerek adeta ligin
dibine çapa attı.
Makedonya’da, hemen hemen tüm eski Yugoslav cumhuriyetlerinde
olduğu gibi maç dışında taraftarları bulmanız hayli güç. Yaratılan olumsuz
izlenim yüzünden taraftarların çoğu maç dışındaki zamanlarında takımlarına ait
atkılarla pek de ortalıkta görünmüyorlar. Bundan dolayı, taraftarların
yoğunluğunu takip ederek buluşma noktalarını belirlemeniz pek de mümkün değil.
Fakat, her yerde olduğu gibi Üsküp’te de taksi şoförleri bunun için en uygun
bilgi kaynakları. Üstelik Üsküp’te bir de lüksümüz var: Taksi şoförlerinin çoğu
Türkçe biliyor. Ilık bir sonbahar günü Gradski Stadion’da (Şehir Stadı) oynanan
maç adeta seyircisiz oynanıyor izlenimi veriyor. Daha önce Türkiye’nin
Makedonya’yla maçlarını oynadığı 18.000 kişilik stadyumda en fazla bin seyirci
var. Seyircilerin çoğu Vardar taraftarları. Vardar taraftar grubu Komiti ismini Osmanlı’ya karşı çete
savaşı yürüten komitacılardan alıyor. Komiti stadyumun Batı tarafındaki kale
arkasında yer alırken, kuzey yönündeki maraton tribünü tarafında da Loyal Fans göze çarpıyor. “Türklerle bir
sorunumuz yok ama açıkçası Arnavutları aramızda görmekten pek memnun olmayız”
diyor bir Komiti üyesi. Anlaşılan o ki Vardar taraftarlarının ülke nüfusunun
%25’ini oluşturan ve Batı Makedonya’da Kosova ve Arnavutluk’a sınır bölgelerde
çoğunlukta bulunan Arnavutlarla arası iyi değil. Nitekim taraftar lideri 24
yaşındaki Jarko da en çok çekindikleri deplasmanın Şkendiya ile maç yaptıkları
Tetovo olduğunu belirtiyor. Yakın zamanda Makedon bir arkadaşım Tetovo’nun
tamamıyla farklı bir ülke görünümünde olduğunu söyledi. Tetovo’daki Şkendiya
maçlarının güçlüğü Şkendiya’nın güçlü bir takım olmasından kaynaklanmıyor.
Aşırı milliyetçilikten gıdasını alan taraftarların maçı kaybetmeleri durumunda
misafir takım ve taraftarları nasıl ağırlayacakları pek de sır değil.
Sileks maçında Vardar’ın her iki taraftar grubu da seslerinin
yettiğince takımlarına destek olmaya çalışıyorlar, fakat bu, oyuncuları pek de
etkilemiyor. Nitekim, Makedon liginin en iyi golcülerinden Sırp asıllı Stevitsa
Rstiç’in golüyle Sileks vasat bir oyun sonucunda 1-0 galip bitirmeyi başarıyor.
Vardar taraftarları için asıl maç bir sonraki hafta Manastır’ın takımı
Pelister’le. Pelister maçının Vardar taraftarları için ayrı bir önemi var.
Seneler önce Komiti grubunun liderleri kulüp yönetimiyle “tamamen duygusal” bir
takım ilişkiler içine girince bundan pek hazzetmeyen bir grup da kale
arkasındaki Komiti’den ayrılıp maratonda Loyal Fans isimli bir tribün grubu
kuruyorlar. Fakat zaman geçtikçe Komiti’nin o dönemdeki reisleri değişiyor.
Sonuç olarak bu ayrılığın pek de anlamı kalmıyor. Pelister maçına Komiti ve
Loyal Fans birlikte aynı otobüslerle gideceklermiş. Açıkçası her iki taraftar
grubunda da bu durumun heyecanı var.
Eskiden Kızılyıldız’lı, Hajduk Split’li, Dinamo Zagreb’li,
Avrupa’nın en güçlü liglerinden birinde oynayan Vardar gibi, Sarajevo gibi
takımlar artık iki-üç milyon nüfusluk ülkelerinin kasaba, hatta köy
takımlarıyla futbol oynamak durumundalar. Futbolun kalitesindeki bu düşüş
taraftar sayısında da büyük bir erozyona sebep olmuş. Beleş olmasına rağmen en
fazla bin seyircinin Vardar-Sileks maçını izlediğini yeniden hatırlatayım.
Yugoslavya döneminde Vardar’ın ezeli rakibi Radniçki Niş’miş. Ama artık Niş
Sırbistan’da, başka bir ülkede. Düşünün ki, Karşıyaka bir daha Göztepe’yle,
Sakarya da Kocaeli’yle bir daha aynı ligde yer alma şanslarını kaybetsin. Bu hüzünlü
ayrılıklar eski Yugoslavya’daki tüm futbolseverler tarafından ifade ediliyor.
Şimdi ise ezeli rakip olarak Yugoslav liginde hiçbir zaman başarı elde edememiş
Pelister seçilmiş. Ara ara basketbolda eski Yugoslav takımlarını yeniden
biraraya toplayan Adriyatik Ligi’ne benzer bir oluşumu futbolda da hayata
geçirmeye yönelik fikirler ortaya çıkıyor. Elbette ki daha çok yol katedilmesi
gerekiyor.
Her ne kadar belli bir yaştan sonra insan konforu tercih etse
de bazı durumlarda bu konfor arayışı sorgulanıyor. Hesap kitap yapıldı ve bir
sonraki hafta Manastır’da oynananacak Pelister-Vardar maçına gidilmeye karar
verildi. Ailemin bir kısmının Balkan Savaşı’ndan önce göç ettiği Manastır’ı
görmek gibi bir de minare kılıfı bulundu. Bir hafta sonra Osmanlı döneminde
Balkanlar’ın en kozmopolit kentlerinden biri olarak bilinen, Balkanlar’da
diplamasinin kalbinin attığı Manastır’a gidildi. Osmanlı döneminde nüfusu
75.000 olan Manastır (şimdiki adıyla Bitola)
yaklaşık bir yüzyıl sonra ancak 95.000’e ulaşabilmiş. Bundan ötürü kent eski
enfes mimari yapısını büyük oranda korumuş. Bir börekçide kahvaltı yapıldı.
Mustafa Kemal’in ve Veli dedenin okudukları Manastır Askeri İdadisi ve içinde
yer alan “Atatürk Anı Odası” da ziyaret edildi. Güneşli ve güzel bir günden
istifade eden Manastırlılar kahvehaneleri doldururken Tumbe Kafe tepesinin
hemen yanıbaşında bulunan, tepenin ismiyle anılan “Tumbe Kafe” stadyumuna
gidildi. Beklentimin üstünde bir seyirci yoğunluğu vardı. Yaklaşık 8.000
kişilik stadyumun hemen hemen tamamı dolmuştu. Yeşil-Beyazlı Pelister takımının
tribün grubunun ismi hemen ilgimi çekti: Şkembari (İşkembeciler). Boğazına
düşkün birisinin iştahını kabartan bir isim bulmuşlar. İşkembecilerin oldukça
ateşli bir taraftar grubu olduğunu belirtmek gerek. Açıkçası maç boyunca
susmadılar. Yaptıkları meşale gösterisini ise gıptayla izledim. Bizdeki durumun
aksine, tribünlere renk ve coşku getiren meşaleler Balkanlardaki maçlarda henüz
fiili olarak yasaklanmamış. Meşalelere ve ateşli taraftara rağmen Şkembari
grubunun hemen yanıbaşında ailelerin de çoluklu çocuklu maç izlemeye geldikleri
gözümden kaçmadı. Demek ki hem meşale, hem de aile meclisi tribünlerde bir
arada oluyormuş. Eğitim şart!
Misafir seyirciye ayrılan tarafta ise en fazla 20-30 kişi
vardı. “Kolpalar!” diye iç geçirdim, “Hani altı otobüs gelecektiniz?”.
Yanılmışım. Az sonra Komiti ve Loyal Fans kendilerine ayrılan tribünün tamamını
hınca hınç doldurdular. Açıkçası, bu kadarını ben de beklemiyordum. Meşale
geleneğini Vardarlı taraftarlar da bozmadı.
Pelister tribünlerinde dolanırken diğerlerinden farklı bir
yeşil-beyaz formaya sahip bir genç dikkatimi çekti. Forma Bursaspor’un
formasıydı. Doğal olarak muhabbete başladık. Bursaspor formalı genç Makedon
Türküymüş. Manastır’a 40 kilometre uzaktaki Resen isimli 18.000 nüfuslu küçük
bir kasabada yaşıyor. Resen’in özelliği nüfusunun yaklaşık yüzde yirmibeşinin
Türk olması.
Makedonya’daki Türkler’in youğunlaştığı Bulgar sınırına yakın
kuzeydoğu bölgesinin tersine buradaki Türkler daha çok kentsel bölgelerde
yaşıyor. Resen’in bir Türk futbol takımı var: Bratsvo Resen. Ne güzel bir isim:
Bratsvo, Makedon dilinde “Kardeşlik” anlamına geliyor (Yugoslavya’nın mottosu “Bratsvo i Jedenstv”dur: Kardeşlik ve
Birlik). Tarkan Capkun isimli Bursaspor formalı genç de bu takımda oynuyor.
Aynı zamanda Resen’de bir butik işletiyor. Bundan dolayı sık sık İstanbul’a
gidip geliyormuş. Zaten Makedonya’daki Türkler sadece Makedonya ve Türkiye
arasındaki siyasi ilişkilerin değil, ticari ve kültürel ilişkilerin de aracısı
olmalarıyla da Makedonlar tarafından sempatiyle karşılanıyorlar. Tarkan’ın
yanında Bratsvo’nun başkanı Sebaedin Nasuf ve kulübün eski futbolcularından,
şimdilerde her türlü işine koşturan Hamdi Tahir de var. Tabii ki o andan
itibaren Bratsvo hakkında konuşuyoruz. 1969 yılında Prespa Resen takımında oynayan bir grup genç bu kulüpten ayrılıp Yıldırım ismiyle yeni bir futbol takımı
kuruyor. Kulüp 1980’lerde Tito sonrasında siyasi baskı yüzünden “Bratsvo Resen”
ismini alıyor. Kulübün ilk renkleri yeşil-beyaz. Biraz da Galatasaray’ın Avrupa’daki
başarılarının etkisiyle kulübün renkleri sarı-kırmızı oluveriyor. Bratsvo Resen
şu anda Makedonya üçüncü futbol liginde üst sıralara oynuyor. İki sene önce
ikinci ligdeyken birinci lige çıkma mücadelesi veren Bratsvo maddi
yetersizliklerden ötürü başarıya kavuşamamış. Nitekim, o seneki kadrosunda
oynayan dört futbolcusu şu anda Pelister kadrosunda. Kulübün kendisine ait
gelir kaynakları olmadığı için parlayan yıldız futbolcular başka takımlara
gidiyor. Sebaedin Bey başarıyı yakalayabilmek için paranın çok elzem olduğunu
belirtiyor. Bahsi geçen para o kadar da çok değil aslında: 10.000 Dolar gibi
bir parayla ikinci lige, yaklaşık 50.000 Dolar gibi bir parayla da birinci lige
çıkabileceklerini belirtiyor Bratsvolular. Böyle bir maddi kaynağın yaratılabilmesi
için isim hakkını kullandırtmaya da razılar. Örneğin Türkiye’den bir firma
Bratsvo’nun isim hakkını almak isterse buna seve seve razı olacaklarını
söylüyorlar –ki Makedonya’da iş yapan birçok Türk firması var, reklama girmesin
diye isimlerini vermiyorum. Hatta Bratsvolular takımın renklerini bile
değiştirebileceklerini belirtiyorlar.
Aslında Makedonya’da Türklerin futbola ilgisi Bratsvo’yla
sınırlı değil. Söylenceye göre Üsküp Osmanlılar tarafından fethedildiğinde
Osmanlı ileri gelenlerinden bir zat kurban kesmiş. Kurbanın eti Üsküp’te yedi
ayrı yere götürülmüş. Ertesi gün hangi parça en taze kaldıysa o bölge Türk
mahallesi olarak seçilmiş ve sonrasında Karamanoğuları beyliği zaptedilince
Balkanlar’a sürülen Karaman Türklerinin bir kısmı buralara yerleştirilmiş.
Mahallenin ismi “Čaır”, yani bildiğimiz çayır. Şansıma Üsküp’te beni evinde
ağırlayan aile de Çayır mahallesinin hemen yanıbaşında oturuyordu. Bir
başkentte bu kadar taze bir havayı solumanın keyfi de ayrı oluyormuş. Çayır
mahallesindeki Türk gençleri burada Zafer
ismiyle bir futbol kulübü kurmuşlar. Fakat zamanla Çayır mahallesinin
demografik yapısı değişince, mahalleyle birlikte kurulan futbol kulübü de
Arnavut kimliğine bürünmüş. Takımın şu anki ismi Sloga. Arnavut ve Boşnakların takımı olarak biliniyor ve Makedon
ikinci futbol liginde mücadele ediyor.
Maç bittikten sonra Manastır beni bir müddet bırakmak
istemiyor. Bana olanca sıcaklığıyla sarılıyor. Hatta bunun için beni Üsküp’e
götürecek trenin arıza yapmasına neden olarak üç saat gecikmesini sağlıyor.
Otobüsle gitmeye karar veriyorum, bu sefer de karayolunda meydana gelen bir
kaza yüzünden otobüsüm rötar yapıyor. “Manastır’ım! Bırak gideyim, insanların
canını yakma, bir daha gelirim. Hem çok uzakta da değilim” diyorum. Hüzünlü
gözleriyle bana bakıyor ve el sallıyor: “Bir daha yağmur yağdığında beni yalnız
bırakma ama” diyor Manastır.
Pelister-Vardar maçı kaç kaç mı bitti? “Bakamadım bre Manastır’da maça. Konuştum da konuştum bizimkilerle. Unutmuşum oracıkta oynandığını maçın!” İstanbul’a gelince evde internetten baktım: Vardar deplasmanda 2-1 yenmiş.
Dün geceki Nijerya - Bosna maçından sonra Bosna-Hersek Ulusal Futbol Takımı Brezilya 2014'e veda etti. Bosna için İran maçı prestij maçından başka bir şey olmayacak.
Haziran ayında Bosna futbolu ve ulusal takıma verilen destekle ilgili üç makale yayınlandı.
Bunlardan ilki Simon Kuper'in Financial Times'ta 6 Haziran 2014 tarihinde yayınlanan "Bosnia and Herzegovina's World Cup Debut" (Bosna-Hersek'in Dünya Kupası Sahnesine Çıkışı) başlıklı yazısı. Kuper bu yazıda Bosna-Hersek futboluyla ilgili bilinmeyenleri anlatmıyor, bilinenleri kendi gözünden aktarıyor. Bu yazı için Bosna'da üç gün kalan Simon Kuper, kendi gözüyle Bosna'daki durumu özetliyor ve "Futbol Asla Sadece Futbol Değildir" başlıklı efsane kitabın yazarının gözünden Bosna futbolunu okumak ayrı bir keyif. Yazı İngilizce. Bilinir ki, sadece futboldan anlayan, aslında futboldan da anlamaz. Kuper'in yazılarının bu kadar keyifli, zihin açıcı olmasının nedeni de bu zaten: İlgi alanının sadece futbolla sınırlı olmaması. Nitekim Kuper Bosna'dayken boş durmamış ve Bosna'da bulunduğu süre içinde bir yazı da Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olan Avusturya Arşidükü Ferdinand'ın vurulmasının 100. yılı üzerine "Sarajevo: The Crossroads of History" (Saraybosna: Tarihin Kavşakları) kaleme almış.
Bu yazının başlığında bahsedilen 3+1 makaleden +1'i de bu makale.İkinci makale ise genç bir gazeteci kardeşimize ait: Fatih Saboviç. Soyadından da anlaşılacağı gibi Boşnak kökenli bir kardeşimiz ve Bosna-Hersek taraftar grubu BH Fanaticos lideriyle çok güzel bir röportaj yapmış. Yazı "Boşnak, Hırvat, Sırp Omuz Omuza" başlığıyla Hürriyet'te Nijerya-Bosna maçından bir gün önce 20 Haziran 2014'te yayınlandı. Fatih de aynı Kuper gibi, futboldan başka bir çok konuya duyarlı, takip edilmesi gereken bir genç gazeteci. Sanırım 23-24 yaşında falan. Ama gazeteci olgunluğu, meslek etiği, daha da önemlisi hayata karşı duruşu "bu mesleğin duayeniyim" diyen bir çok gazeteciye basar. Bu röportajda da çok akıllı sorularla, çok kaliteli bir yazı çıkarmış. Makalede beni rahatsız eden tek şey başlığı. Röportajın ufak bir bölümünde BH Fanaticos lideri Sanin Kariç, gerçeklikten ziyade neyi arzuladığını ifade etmiş: "Bosna genelindeki Hırvat ve Sırp kökenli vatandaşlar da bizimle birlikte... Hep bilrikte ortak güç oluyoruz." Hürriyet editörü de bunu başlığa taşımız. Üçüncü yazı ise bunun tam tersini anlatıyor. Daha doğrusu, tersini anlatmaktan ziyade, var olan durumun yani Bosnalı Sırplarla Bosnalı Hırvatların Bosna-Hersek'i desteklememelerinin nedenlerini incelemeye çalışıyor. Bu yazı da İngilizce ve Karadağ Spor Akademisnin yayın organı Sportmont'un son sayısında, daha geçen hafta yayınlandı. "Perception of Bosnia and Herzegovina's Qualification to World Cup 2014" (Farklı Etnik Gruplar Tarafından Bosna-Hersek'in 2014 Dünya Kupası'na Katılımının Algılanışı) başlıklı bu yazı bana ait. Geçtiğimiz Mayıs Karadağ'ın başketi Podgorica'ya yaptığım yolculuk hakkında bu blogda bir yazı yazmıştımç Stefan Maguşa'nın transferi için Gençlerbiliği yönetiminden olumlu yanıt alamadım ama en azından buradan akademik bir makale çıkarabildim. Bu yazıları Bosna Futbol Kültürü meraklılarının ilgiyle okuyacağını düşünüyorum.
Şubat 2006’da Saraybosna’ya
ilk geldiğimde karlı havanın soğukluğuna rağmen akşam vakti sokakların,
caddelerin Saraybosnalılarla dolu olduğunu, şehrin cıvıl cıvıl olduğunu görünce
şaşırmıştım. Bir ara gece yarısına doğru bir şeyler atıştırmak için yeniden
dışarı çıktığımda ise bir iki saat önce capcanlı olan Saraybosna sokaklarında
inler cinler top oynuyordu.
Daha sonraları gece hayatının Saraybosna’da belli
bir alanda değil, belli noktalarda devam ettiğini öğrendim. Yani, sokaklar
bomboş oluyor ama arada kalmış bir gece kulübü ya da bir binanın mahzenindeki
bir meyhane gayet de canlı bir “dernek”e ev sahipliği yapabiliyor.
Burası bir futbol bloğu
ve ben size burada Saraybosna’daki gece hayatını anlatacak değilim. Fakat
maçların Bosna-Hersek saatine göre tam da gece yarısında başladığı bir dünya
kupası bir anlamda bu kentin gece hayatının bir parçası oluyor. Bundan
mütevellit, konuya böyle bir başlangıç yaptığım.
Bir de anekdot aktarayım…
Sene 1986. Dünya Kupası
Meksika’da. Valdano’nun, Igor Belanov’un, Yaremçuk'un (sadece ismi aklımda kalmış), Butragenyo’nun (Butragueno diye
yazılıyormuş, şimdi google’dan baktım), Rummenige’nin oynadığı, Gary Lineker’in
gol kralı olduğu, Maradona’nın tanrının eliyle gol attığı turnuva… Meksika
Brezilya gibi Güney Yarıkürede de değil. Haziran’da oynanan maçlar cehennem
gibi bir güneşin altında oynanıyor. Ama biz, daha doğrusu büyüklerimiz, Türkiye’de
gece yarısında serin serin maçlarını izleyebiliyorlar. Bazı maçlar gece 01.00’de
başlıyor ve tabii anneniz öğretmense o saatte ayakta olmanız biraz “sıkar”.
Fakat gecenin bir yarısı sizi bir dürtüyor: “Dirim. Kalk Platini’nin maçı var…”
Homurdanarak gözlerinizi ovuştururken kritik uyarı geliyor: “Sus, ses çıkarma.
Anan duyarsa ikimizin de ağzına sıçar”. Babamın gönlü, Platini hastası olan
oğlunun maçı kaçırmasına müsaade etmemiş.
Dünya Kupası ve gece
yarısı maç izleme mefhumları, benim için birbirine uzak mefhumlar değildir.
Güney Kore-Japonya 2002 yüzünden uykumuzdan ayılmadan önce maç izlediğimizi de hatırlarım
ki gece yarısı maç izlemek kesinlikle tercihimdir.
Saraybosna’da üç yıl önce
açılan, aydınlar ve muhalif sanatçılar için önemli bir mekân olan Kriterion
sineması bir etkinlik düzenlemiş. Maçtan önce “Football Rebels” belgeselinin,
Yugoslavya’nın milli futbolcularından, savaş döneminde kentin üstüne bombalar
yağarken Saraybosna’da çocuklar için açtığı futbol okuluyla bilinen Predrag
Paşiç’le ilgili bölümünün gösterimi, sonrasında da Predrag Paşiç’le söyleşi
vardı. Etkinlikten sonra da sinemada naklen maç gösterimi…
Kesinlikle kaçırılmaması
gereken bir etkinlikti (kaçırılmadı)
Saraybosna’ya gitmiş
olanlar, ya da gidecek olanlar için yer tarifi yapayım. Kriterion Miljacka
kıyısında. “Dom Syndikata”nın (bilenler için: Düğünü yaptığım yer) yaklaşık 50
metre ilerisinde, nehrin diğer tarafındaki Yunanistan büyükelçiliğinin hemen
hemen karşısına denk düşen bir yerde. Geldiğinizde uğrayın. Bir bira için.
Belgesel filmi izlemek
keyifliydi. Daha da keyiflisi ise Paşiç’le belgesel sonrası yapılan söyleşiydi.
Söyleşi bittikten sonra
sinema yavaş yavaş dolmaya başladı. Kriterion maça hazırlığını yapmış. Maça
başlamadan bira ve bir kadeh rakı 2,5 KM (yaklaşık 4 TL). Üstelik Bosna-Hersek’in
her golünde içkiler tazeleniyor.
Kriterion ve Kupa Bira Spesiyalitesi
Küçük Fıçı: 2 KM
Büyük Fıçı: 3 KM
Maçın ilk 15 dakikasında:
Pan (Bira) + Rakı: 2,5 KM
Tuborg + Rakı: 3,5
Millitakımın her golünde içecekler şirketten tazelenecektir.
Maça başlamadan önce
karatahtada iddia tablosu hazırlanmış. Sanırım Marko kardeşimiz bira ödülünü almıştır. (1)
Benim tahminim 0-0’dı.
Kupada iddialı takımların ilk maçlarda kapalı bir futbol oynayacağını, Bosna’nın
da ilk maçı olduğu için temkinli oynayacağını düşünüyordum. Ben de temkinliydim.
Dört sene önce Türkiye-Bosna grup eleme maçından hemen önce NTV Spor’da Bağış
Erten ve Banu Yelkovan’ın sunduğu “Taraftarın Senle” programında maç sonucu
için 7-0 Bosna lehine yaptığım tahminden beri bu konularda biraz daha temkinli
olmayı öğrendim ve 0-0 gibi mütevazı bir tahmin yürüttüm.
Fakat bunu yazarken bile
etraftan tepki aldım. Boşnaklar değil mağlubiyetin, beraberliğin bile sözünün
edilmesini istemiyorlar. Saraybosna’da arabalar, havai fişekler, çatapatlar,
içkiler Bosna’nın galibiyetini kutlamak için hazırlanmış.
Kimileri “Bosna’nın
başarıya ihtiyacı var” diyorlar. Futboldaki başarının bu ülkenin makûs talihini
kıracağına inanıyorlar. Bosna ulusal takımını desteklemeyen Bosnalı Hırvatlarla
Bosnalı Sırpların Dünya Kupası’nda olası bir başarıda Bosna ulusal takımını
desteklemeye başlayacaklarına, Bosna’da farklı ulusal gruplar arasındaki
birliğin futboldaki başarı sayesinde oluşabileceğini düşünenler bile var. Ben
bu konuda karamsarım. Bunun nedenleri ile ilgili Karadağ Spor Akademisi’nin
çıkardığı Sportmont dergisinde yayınlanan yazımı bir iki güne kadar bu bloğa da
yüklerim.
Nitekim Predrag Paşiç de
bu meyanda düşünüyor. Bosna’da siyasi sorunlar halledilmeden, futboldaki
başarılar hiçbir işe yaramaz diyor, deneyimli futbolcu ve aydın, deneyimli Saraybosnalı
Predrag Paşiç.
Bir de not ilave edeyim:
Bosna’nın ilk onbiri neredeyse tamamıyla Bosnalı Müslüman (Boşnak) kökenli
futbolculardan oluşuyordu. Tek istisna Zvijezdan Misimoviç.
Maç başlıyor ve ikinci
dakikada Schalke 04’ün genç sol beki, Almanya Milli Takımı yerine Bosna’yı
tercih eden genç yıldız Kolasinac’ın kendi kalesine attığı talihsiz golle tıklım
tıklım dolu olan sinema salonu bir sessizliğe bürünüyor. Kasvetli havada sinema
salonunda sigara dumanları yükseliyor. Evet, burası Bosna ve sinema salonunda
bira ve sigara eşliğinde maç izliyoruz.
Fakat Bosna boyun eğmiyor.
Bayağı da iyi oynuyorlar. Yugoslav futbolunun inceliklerini kibar ofansif
faullerle, şık bilek hareketleriyle ve kısa, hızlı ve ayağa paslarla
gerçekleştirdikleri hücumlarla keyifli bir oyun sergiliyorlar. Ama gol
yolarında şanssızlar. Maç sonundaki istatistikler de bunu gösteriyor. Şut ve
kaleyi bulan şut sayıları Arjantin’den daha yüksek. Bir de top kayıpları çok.
Özellikle hücumda çok kritik topları kaybedebiliyorlar.
Maçın potansiyel
yıldızları ise sessizdi. Dzeko adama adama markajdan nefes alamadı. Messi’yi
ise kimi zaman üç oyuncu marke ediyordu. Bosna’nın bir başka genç yıldızı, 1992
yılında Berlin’de doğan halen Macaristan’ın Ferençvaroş takımında oynayan savunma
oyuncusu Srebrenik kökenli Muhammed Besiç maç boyunca Messi’ye göz kırptırmadı. (2) Hatta rivayet odur ki, maç bittikten sonraki sabah Besiç’i Messi’nin otel
odasının kapısında görmüşler.
İlk yarım saat güzel bir
oyun vardı. Ama sonra oyun biraz sıkıcı olmaya başladı. Devre arasında biraz
temiz hava almak için Miljacka kıyısına çıktım. Obala Bana Kulina Caddesi
bomboştu. Tek tük arabalar geçiyordu. Maç öncesi kalabalığından eser yoktu.
Devre Arasında Obala Bana Kulina (Ban Kulin Sahili) ve Kriterion
İkinci devre başladıktan
sonra, Messi yine Messiliğini yaptı ve Arjantin’in ikinci golünü 65. dakikada
attı. Ben, şahsen hala Bosna’dan umutluydum ama takımın üzerine bir mahmurluk,
bir yorgunluk çöktü. Son beş dakikada silkinir gibi oldular ve oyuna sonradan
giren emektar Vedad İbişeviç’in 85. dakikadaki golü umutları tavan yaptırdı.
Ama ikinci gol bir türlü gelmedi.
Maçtan sonra hayatta
görmediğim bir şey vardı: Gece 02.00’de Bosna’da trafik.
Fakat hedonist
duygularımızı bu geceki Nijerya maçına saklıyoruz…
(1) Uyarı için Emrah Öztekin'e teşekkürler. (2) Srebrenik’i Srebrenica’yla
karıştırmayın, Srebrenik Kuzey Bosna’da Tuzla yakınında bir kent.
25 ve 26 Ekim 2013 tarihlerinde FREE (Football Research in an Enlarged Europe - Genişlemiş bir Avrupa'da Futbol Araştırması) projesinin bir parçası olarak Viyana'da "Kimlikler" başlıklı bir konferans düzenlenmişti. Doktora tez konumla ilgili olarak yaptığım sunuş "taslak metin" olarak yayınlandı. Doktora tezimin İngilizce özeti sayılabilecek "Bosna'da Futbol Taraftarlığı ve Kültürel Farklılıkların Oluşumu: Saraybosna'daki FK Zeljeznicar ve FK Sarajevo Taraftarları Üzerine Karşılaştırmalı bir Etnografik Çalışma" başlıklı taslak metni BURADA burada bulabilirsiniz. Proje kapsamında daha önce düzenlenmiş dört ayrı konferans da dahil olmak üzere, yazılmış olan taslak metinleri ise BURADA bulabilirsiniz.
FK Mladost bir Bosna takımı
değil, Karadağ takımı. Fakat sanıyorum Bosna futboluna ilgi duyan
futbolseverlerin, futbol kültürü severlerin de ilgisini çekecektir. Nitekim her
iki ülkenin de siyasî, tarihî ve daha da önemlisi kültürel birçok ortak noktası
var ve özellikle futbol kültüründe baskın olan Yugoslav mirası iki ülkenin ortaklaştığı
en önemli nokta.
Çemovsko Polje arkasındaki "depeler".
…
Karadağ, ülkenin
büyüklüğüyle karşılaştırdığımız zaman başarılı bir ulusal futbol takımına
sahip. FIFA 2014 grup elemelerinde 15 puanla gruplarında İngiltere ve Ukrayna’nın
ardından üçüncü olmuş. Gruptaki diğer takımlar ise Polonya, Moldova ve San
Marino. Ulusal takımdaki oyuncuların neredeyse tamamı yurt dışında oynuyor ve
Karadağ Ligi’nde oynayan bir iki oyuncu, ulusal takımın sürekli oyuncusu değil.
Nitekim Karadağ Ligi UEFA sıralamasına göre Avrupa’nın “kalitesiz” liglerinden
biri. Geçtiğimiz sezon UEFA sıralamasında bir sıra atlayarak 43.lükten, 42.liğe
yükselmişler. Bir üstlerinde İzlanda, bir altlarında ise Lihtenştayn var.
Bundan altı sene önce Sivasspor
UEFA Kupası ikinci ön eleme maçlarında Karadağ’ın Grbalj takımıyla eşleşmişti. Sivas
kendi evinde 1-0 galip gelmişti, ama Grbalj Karadağ’da Sivas’a adeta kök
söktürmüştü. O zamanlar Lig TV için Sivas’ın
rakibi hakkında iki yazı kaleme almıştım. Dileyenler buraya ve buraya tıklayarak
yazılara bakabilir.
O zamanlar hariçten, daha
doğrusu “çevreden” gazel okumuştum, bu sefer ise oldukça farklı ve keyif
aldığım bir deneyim sonrası bu yazıyı kaleme alıyorum.
…
Seneler önce, belki de 20
sene önce Kız Basketbol Takımı’yla Türkiye’de isim yapmış, benim de bir dönem
yüzme takımında kulaç attığım Botaşspor bir de futbol kulübü kurmaya karar
vermişti. Kız basketbol takımının kuruluş sürecinde olduğu gibi futbol
kulübünün de ilk oyuncuları Botaş’ın çalışanlarının çocuklarıydı. 1987’de
Adana’dan taşınmış olmamıza rağmen her yaz ve kış, toplamda senenin
neredeyse bir ayını Adana’da, Botaş’ta geçirirdim. Her genç erkek gibi ben de Akdeniz
güneşi yakıcılığını kaybetmeye başlarken spor tesislerinde futbol oynardım. O
dönem, arada yeni yeni kurulan Botaşspor’un futbol takımının antrenman
maçlarını da izlerdik. Takımda bir oyuncu vardı. İsmi anonim kalsın, Orhan diyelim. Orhan iyi oynuyor,
yüreğiyle oynuyor. Ama bazen kendini kaptırıp sorumlusu olduğu alandan
uzaklaşıyor. Sami Hoca kızıyor. Orhan’a sesleniyor: “Orhaaaan”. Orhan duymuyor.
Sami Hoca daha yüksek sesle sesleniyor. Orhan oralı değil. Sami Hoca bağırıyor.
Yok! Sami Hoca avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Lan Orhan, kime diyommm!”. Orhan
en sonunda dönüyor: “Ne var a. koyum?” Sami Hoca sakinleşiyor ve hafif bir
tonla: “Ben sana gösterecem!”
Seneler sonra Karadağ’ın
başkenti Podgorica’da benzer bir sahne beni bu anılara götürüyor…
FK Mogren Budva başkent
takımı FK Mladost Podgorica’ya karşı deplasmanda oynuyor. Mogren’in yakışıklı
bir sağbeki var. Fena da oynamıyor. Müdahaleleri yerinde, yer tutuşu iyi ama
lakayıt. Eli sürekli şortunda. Habire aşağı doğru çekiştiriyor ki düşük belli
olsun, “trendy” görünsün. Teknik direktörü deli ediyor. Teknik direktör
sesleniyor: “Jovan!” Jovan oralı değil. Teknik direktör bir daha sesleniyor:
“Jovaaan”. Jovan bariz bir biçimde duymazlıktan geliyor. Teknik direktör ses
tellerini yırtıyor: “JOVAAAANNNN”. Nihayetinde Jovan dönüyor: “Jebote Jovan”
(Hay Jovan’ını .keyim) Teknik direktör sessizce yedek kulübesine çekiliyor.
Beni yıllar önceki bir
anıya götüren bu anekdot gerçekleştiği sırada Mogren deplasmanda 1-0 öndeydi.
Daha sonra Mladost 3-1 öne geçti ve maç 3-2 bitti. Soyunma odasında Jovan’la
teknik direktör arasında nasıl bir muhabbetin geçtiğini ise bilmiyorum.
…
Karadağ'ın komşuları ve dağlık, sarp topografik yapısı. (Kaynak: freeworldmaps.net)
Karadağ küçük bir ülke.
Konya ilinin yarısından bile daha küçük. Ama mesafeler uzun. Adına yakışır bir biçimde,
Karadağ’ın her tarafı yalçın dağlarla çevrili.
Karadağ
Spor Akademisi’nin düzenlediği konferansa gitmek için Saraybosna’dan otobüsle yola çıktığım anda bile nostaljinin peşimi bırakmayacağını biliyordum. Bir gece önceden otobüs firmasının web sitesinde, firmanın filosunun 1990’ların başında Türkiye’de üretilen O303’lerin şehirlerarası, hatta uluslar arası yollarda hala kullanılıyor oluşuna şaşırmıştım.
Sabah otogara gittiğimde ise bir sürpriz beni bekliyordu. Saraybosna’dan Podgorica’ya yedi saatlik yolu otobüsle değil, yine 1990’larda Türkiye’de Otoyol tarafından üretilen bir Iveco midibüsle gidecektim!
Uzun zamandır
Balkanlardaki mesafeleri kilometreyle ölçmüyorum. Öyle yaptığınız zaman minik
sürprizlerle karşılaşabiliyorsunuz. Örneğin, yedi saat süren bu yolun sadece 250
kilometre olması beni şaşırtmamıştı.
Yolu bu kadar uzatan
kullanılan vasıta değil sadece. Yol Karadağ’ın isminin hakkını veriyor. Yalçın
dağların arasında kıvrıla kıvrıla giden bir yol. Ama ne manzara!
Piva nehri vadisinde kıvrıla kıvrıla uzayan Podgorica-Saraybosna yolu.
Yol üzerinde ard arda tüneller.
Karadağ’ın genel
topografyasının aksine, Podgorica bir ovada kurulmuş. Podgorica zaten “Gorica
Dağı’nın aşağısı” anlamına geliyor. Karadağ ne kadar dağlıksa, Podgorica da o
kadar düzlük. Ama etrafı hep dağlık.
Podgorica’nın nüfusu 170
bine yakın. Ama başkent! Zaten ülkenin nüfusu hepi topu ancak 650 bin. Gezi
rehberlerine göre Podgorica boşu boşuna gidilmemesi gereken bir kent. Tito
dönemine kadar hiçbir önemi yokmuş. Nüfusu 10-15 bin civarındaymış. Tito
döneminde nüfusu artmış. Zaten kentin Yugoslavya dönemindeki ismi Titograd.
Yani Titokent.
Osmanlılar buraya Depedöğen ismini vermiş. Karadağ'ın tamamına egemen olamayan Osmanlı, ancak ovalık bölgelere egemen olabilmiş ve muhtemelen o nedenle "tepeleri" buradan "döğebilmiş". Podgorica Karadağ’ın
turist merkezlerinin gölgesinde kalmış. Budva, Kotor, Herceg Novi gibi sahil
boyundaki tarihî kentlerin yanında Podgorice’nin esamesi okunmuyor.
Podgorica’da deniz yok, gece hayatı yok, saat 23:00’ten sonra hayat bitiyor ve
tabii ki Podgorica’yı da ancak bir Ankaralı sevebilir.
Podgorica sevilmeli.
“Karadağ’a gittim” diyebilmek için Podgorica’ya da gidilmeli, hatta
Podgorica’dan ya Bosna’ya ya da Sırbistan’a o yalçın dağların arasından o eski
püskü otobüslerle yolculuk edilmeli, sonra da “Ben gerçekten Karadağ’a gittim”
diyebilmeli.
…
Sempozyumun son günü
Karadağ Üniversitesi katılımcılar için bir araç sağlamış. Merkeze 15 kilometre
uzaklıkta tarihî bir manastır varmış. O tarihî tapınağa gidilecekmiş. Ama şu
tesadüfe bakın ki, aynı saatlerde Podgorica’da bir de maç var. Futbolseverin
tapınağı bellidir. Ne yalan söyleyeyim, bir ara maça gitmekle geziye katılmak
arasında ikilem yaşamadım değil. Geçenlerde fark ettim ki, uzun zamandır benim
için bir kenti tecrübe etmenin en önemli unsurları kentin futbol yaşamı ve
gastronomik zenginlikleriyle sınırlanmaya başladı. Yavaştan bu eğilimi
değiştirmeyi düşünmüyor değilim. Belki damak tadından vazgeçebilirim ama futbol
tedavi edilmesi çok zor bir illet. İşin doğrusu, daha Saraybosna’deyken bile Podgorica’da
o hafta sonu oynanacak maçları not almıştım.
Sempozyum katılımcıları
tarihî manastıra doğru yol alırken ben de Stari Aerodrom (eski havaalanı) diye bilinen Çemovsko
Polje’deydim (Çemovsko Ovası).
On iki takımlı Karadağ
Birinci Ligi’nde onuncu sıradaki 23 puanlı FK Mladost Podgorica, on birinci
sıradaki 22 puanlı FK Mogren Budva’yla oynayacak. Podgorica’nın diğer takımı
Buduçnost ise deplasmanda Karadağ’ın Sancak bölgesinin takımı Rudar Pljevlija’yla
oynuyor. Rudar madenci demek, zaten en baştan sempati kazandırıyor. Pljevlija ise
bizim hanımın baba tarafının memleketi sayılır. Buduçnost kentin “esas oğlanı”.
Maçlarını öyle ovada, çayırda değil, kentin en büyük stadyumu “Podgorica
Stadyumu”nda oynuyor. Buduçnost kentin ileri gelenleri tarafından desteklenmiş.
Cunta lideri tarafından birinci lige çıkma hikayesi var mı bilemiyorum ama her
zaman taraftar kitlesi daha fazla olmuş. Takımın renkleri lacivert-beyaz.
Beyaz yerine sarı olaymış, daha da manalı olurmuş ama kentin
üvey evlat muamelesi gören takımının renginde ise “Kırmızı” var! Asıl vurucu nokta ise “kırmızılı” takımın ismi: Mladost
Podgorica, yani Podgorica Gençlik. İsminde genç var, renginde kırmızı var!
Gençlerbirlikli bir Ankaralının bu takıma gönlünün kaymaması mümkün mü?
Çemovsko Polje’de
Mladost’un 1500 kişilik stadyumunun hemen yanı başında Buduçnost’un antrenman
sahası ve kulüp binası var. 1500 kişilik stadyum ise dolu değil. Yağmurlu bir havada maçı izlemeye gelen en fazla 150 taraftar var.
Mladost-Mogren maçının oynandığı sahanın arkasında solda Buduçnost tesisleri ve antrenman sahası, sağda Mladost'un tesisleri.
Mladost 1950 yılında
kurulmuş. İlk kurulduğunda ismi Mladost Titograd’mış. 1960 yılında ismi OFK
Titograd olmuş. (Olimpik Futbol Kulübü) 1990’da ise yine Mladost olmuş ama bu
sefer Titograd’ı da Podgorica yapmışlar. Mladost’un Yugoslav Ligi’ndeki en
büyük başarısı 1956-57 sezonundaki ikinci lig dördüncülüğü. Genelde ikinci
ligle üçüncü lig arasında gidip gelmiş. Fakat, sadece Karadağ ve Sırbistan
takımlarının katıldığı Yugoslav Ligi’nin son iki sezonunda yine ikinci ligde
dördüncü olabilmişler.
2006 yılında Karadağ
bağımsızlığını kazandıktan sonra da en büyük başarıları 2010-11 sezonundaki
beşincilik. Minyatür Karadağ liginde bile iki sezon ikinci ligde oynamışlar.
Bu sezon kulüp, tarihinde
ilk kez Avrupa’da oynamış. UEFA Europa Ligi birinci eleme turunda Macar
Videoton’u, ikinci turda Slovak FK Senica’yı geçmişler. Üçüncü turda Sevilla’ya
çakılmışlar: Podgorica’da 6-1, İspanya’da 3-0 yenilmişler. Bu sezon ise küme
düşmemeye oynuyorlar.
Bu maç adeta altı
puanlık bir maç. Kaybederlerse rakip Mogren’in iki puan altına düşecekler,
kazanırlarsa Mogren’le puan farkları dörde çıkacak.
Maçtan önce kulüp
binasının etrafını dolaşırken eski bir Mladost oyuncusuyla tanışıyorum. Biraz
“futbol muhabbeti” yapıyoruz. Gençliğimin efsanesi Dejan Saviçeviç’i soruyorum.
1991 yılında UEFA Kupası’nı kazanan kazanan efsane Kızılyıldız’ın efsane
oyuncusu bağımsızlığından bu yana Karadağ Futbol Federasyonu’nun başkanı.
Oğlunun şu an Mladost’ta oynadığını ve muhtemelen Dejan Saviçeviç’in de maçı izlemeye geleceğini söyleyince içim ürperiyor. Nasıl ürpermesin! Önce Kızılyıldız’da, sonra Milan’da oynadığı yıllarda gözümü kırpmadan izlediğim, hatta Championship Manager’ın ilk versiyonlarında, yani sadece İtalya Ligi’nin olduğu versiyonlarında Saviçeviç aşkına Milan’la oynadığım yılları unutmak mümkün mü? Seneler sonra Saviçeviç’le tanışmak ne büyük mutluluk olacak!
İşte efsane Saviçeviç'in efsane driplingleri:
Saviçeviç'in hafızalara kazınan Zagreb röportajından bir bölüm:
Bunu duyar duymaz VIP
tribünün yolunu tutuyorum. Ne yapıp edip Saviçeviç’le tanışacağım. VIP tribününe
girmem zor olmuyor. Bir kulüp görevlisi yolumu kesiyor: “Nereye?” Kendi dilini
konuşmamın sempatikliğine güvenip “Yağmur yağıyor, burada izleyebilir miyim?”
diyorum. “Nerelisin?” diyor. “Türküm ama Saraybosna’da yaşıyorum.” Muhtemelen
sık rastlanılan bir durum değil. VIP tribünündekilere sesleniyor: “Orada bir
Türk’e yer var mı?” VIP tribünü camiası şaşırmış vaziyette “Gelsin” diyorlar.
Ama ne VIP tribünü! Sanki Gençlerbirliği’nin “ihtiyarlar” tribünü. Necdet Abi,
Hamdi Reis, Ozan Abi ayarında futbolkolik ağabeylerin arasında yerimi alıyorum.
Mladost "ihtiyarlar" tribünü
Bunlar da bizim ihtiyarlar...
Daha önce kısa bir
internet taraması yapıp, Mladost taraftarlarının kendilerine “Romantiçari” (Romantikler)
dediklerini öğrenmiştim. Amcalardan birine;
“Siz Romantiçar mısınız?” diye sorduğumda yanıt çok açık: “Bilmem,
karıma sorman lazım”.
İhtiyarlar tribünü
meraklı. Bir sempozyum için Karadağ’a gelmem doğal, ama bu maçı izlemek için
yağmurlu bir havada Çemovsko Polje’ye gelmiş olmam pek inandırıcı gelmiyor.
Beni bir “scout”, futbolcu simsarı zannediyorlar. Zorlukla da olsa anlatıyorum
derdimi. Bu arada yağmur yavaştan diniyor ve VIP tribünün sağındaki ve
solundaki tribünler de hafiften dolmaya başlıyor. Toplam 150-200 kişilik
taraftar kitlesi futbolcuları rahatsız etmeyi sevmiyor anlaşılan. Maç boyunca
sessiz kalmayı tercih ediyorlar.
Belki tezahürat yapmıyorlar
ama hepsi pürdikkat maça odaklanmış durumda. Ben de her zaman yaptığımdan
farklı olarak, maçı izleyenleri izlemektense, maçın kendisini izlemeye karar veriyorum.
Mogren ilk başlarda maça
ağırlığını koyuyor. Saha buram buram Yugoslav ekolü kokuyor. Defansta top
çevirip diyagonal paslarla rakip kaleye saldıran futbolcular topu kaybettikleri anda
rakibi yere indirmekten çekinmiyor. Avrupa’nın belki de en kalitesiz liginde
düşmemek için oynayan bu iki takım da kıran kırana bir maç oynuyor. Ama sahada
futbol ahlakına aykırı bir şey yok. Gencecik topçular topa hakim olabilmek için
bedenlerini ve kafalarını ortaya koyuyorlar. Fakat Mogren oyuncuları daha
istekli. Öğreniyorum ki, Mogrenliler uzun zamandır ücret alamıyorlarmış.
Kulübün çok ciddi maddî sıkıntıları varmış.
Maçın başlarında defansta
çok iyi top çeviren Mogrenliler, Mladost’un kendileri kadar istekli
oynamadıklarını görünce yavaş yavaş blok halinde ileri çıkmaya başlıyor. 16
sırt numaralı sol bek Luka Pejoviç Mogren’in hızlı çıkışlarının kilit adamı
rolünde. Zaten takımın en tecrübelisi de o. 29 yaşında ve Karadağ Milli
Takım kariyeri olan bir oyuncu.
Maçın ilk yarısında
Mogren oynadığı oyunla daha çok göz dolduruyor ama Mladost’un 9 numaralı
oyuncusu da yavaş yavaş dikkatimi çekiyor. Nadir gelişen Mladost ataklarında bu
genç çocuk tek başına Mogren defansını oldukça yoruyor. Taraftarlardan 9 sırt
numaralı Stefan Mugoşa’nın takımın en iyi oyuncusu olduğunu öğreniyorum. 22
yaşındaki genç oyuncunun Karadağ 21 yaş altı ulusal takımında beş maçta üç golü
var. (1) 15 Ekim 2013 tarihinde Karadağ’ın Moldova’ya kendi evinde 2-5
yenildiği maçın yedek kadrosunda da yer almış. FM müptelalarının bildiği
ifadeyle AMC (attacking midfield center) yani hücuma yönelik orta saha oyuncusu
Mugoşa maç içinde kendinden emin, mütevazı davranışlarıyla da dikkat çekiyor.
“Zeki, çevik ve ahlaklı” bir oyuncu intibası yaratıyor. Meşhur Kızılyıldız
Mugoşa’yı yakından takip ediyormuş ama Belgrad’ın efsane kulübü şu sıralarda
maddi sorunlarla boğuşuyor.
Ve işte Mugoşa:
Mladost’ta dikkatimi
çeken bir oyuncu da 2 numaralı formayı terleten Radule Zivkoviç. Mladost’un
sağbek oyuncusu bana Beşiktaş’ın efsane sağbeki Takoz Recep’i hatırlatıyor.
Oyun stili, rakip forvetleri takibi ve ayağına topu aldığı zaman Allah ne
verdiyse topun dibine abanarak topu kendi ceza alanı dışına göndermesiyle ve az
biraz da Karadağlı diğer futbolculara nazaran daha kısa boyu ama
İrlandalı boksörlere benzeyen sağlam fizik yapısıyla…
Mladost’un futbolseverlerin
odağındaki oyuncusu ise 10 numaralı formasıyla Vladimir Saviçeviç. Efsane
oyuncu Dejan Saviçeviç’in oğlu. Taraftarlara soruyorum: “Gerçekten iyi oynuyor
mu, yoksa babası sayesinde mi ilk on birde?” diye. Gerçekten iyi olduğu
yanıtını alıyorum ama yine de sahada varlığına şahit olamadım.
Mogren ikinci yarıya da
hızlı başlıyor. 56. dakikada net bir gol pozisyonu bulmalarının hemen iki dakika
sonrasında Milan Durisiç’in ayağından bir gol kazanıyorlar ve deplasmanda 1-0
öne geçiyorlar. Bundan hemen iki dakika sonra bir gol pozisyonu daha yakalıyor
Mogren ama değerlendiremiyor. Bu dakikadan sonra Mogren oyuncuları yavaş yavaş
maçtan düşmeye başlıyor.
Mogren’in 15 numaralı
sağ-beki de dikkat çeken bir performans gösteriyor. Yerinde müdahaleleri var,
iyi yer tutuyor. Oyuncunun ismi, yukarıda zikrettiğimiz Jovan Baoşiç. Jovan
kritik hamleler yaptıkça havalara giriyor. 19 yaşındaki Jovan kariyerinin
başında ama havalara girdikçe oyundan düşmeye başlıyor.
İkinci yarıda ise
neredeyse varlık gösteremiyor ve Mogren’in sağ kanadı Mladost oyuncuları için
adeta “koridor”a dönüşüyor ve bir ara teknik direktör Jovan’a sesleniyor;
“Jovane, hoçeş li kafu?” Yani “Jovan, kahve de ister misin?” Teknik direktör ve
Jovan arasındaki muhabbet bu noktadan sonra kopuyor zaten.
İkinci yarı güneş açıyor
ve oyunculara da bir hareket geliyor. Mogren’in iyice oyundan düştüğü
dakikalarda Mladost’un yıldızı Mugoşa forvet hattında iki Mogrenli oyuncunun
arasından topu adeta söküp alıyor ve şık bir plaseyle 72. dakikada Mladost’un
ilk golünü atıyor. Bu golden altı dakika sonra bu sefer sağdan gelen ortayı
güzel bir kafa golüyle taçlandıran 1.89 boyundaki Mugoşa kafa toplarına da hakim
olduğunu gösteriyor.
Mogren adeta yıkılmış
durumda. Ama daha bitmedi: Mugoşa bu golün hemen bir dakika sonrasında bir gol
daha atarak durumu 3-1 yapıyor! Tek başına 7 dakika içinde üçleme yaparak
takımını 1-0 mağlubiyetten 3-1 galibiyete taşımış oluyor. Maçın yıldızı Mugoşa üç
gol atıyor ama havalara girmiş değil. Ciddiyetini koruyor. Yine de
kondisyon eksikliği göz batıyor.
Maçın ikinci uzatma
dakikasında Mogren’in golcü oyuncusu Durişiç kanattan gelen bir topu ağlarla
buluşturuyor ama Mogren için artık çok geç. Maç 3-2 ev sahibi Mladost’un
zaferiyle sonuçlanıyor.
Maçtan en büyük beklentim
gerçekleşmiyor. Dejan Saviçeviç, muhtemelen havanın yağışlı olmasından dolayı, maça teşrif etmiyor ama bu gönül Balkanlar’da bir takıma daha meylediyor. Dahası, bu küçük ülkede, mütevazı bir takıma gönül vermiş güzel
insanlarla karşılaşmış, tanışmış olmanın mutluluğunu yaşıyor. Not 1: Tam da bu blog
yazısını kaleme aldığım günlerde Tanıl Bora Radikal’de “Bir Takım Kur, Az Akrepli, Bol Yengeçli Olsun” başlıklı, futbol ve astroloji ilişkisi hakkında
bir yazı yazdı. Yazıdan bir alıntı: “Bizim Gençlerbirliği kadrosuysa balık dolu
(Ahmet, Gosso, Nizamettin, Petroviç, Yusuf Emre). Bu mevkilerdeki balıklar için
konan teşhis: Ne iş olsa yapar cinsten; çok yönlü oyuncu da olabilir, yerini
bulamayıp kaybola da bilir.”
Maguşa’nın
doğum tarihi ise 26 Şubat 1992. Yani bir balık burcu. Ben astrolojiye inanmam,
ama “inananlar için gelsin”.
Not 2: Yazıyı
hazırladığım sırada Mladost ve Mogren 9 Nisan 2014, Çarşamba günü Karadağ
Kupası yarı-final ilk ayak maçında yine Podgorica’da karşı karşıya geldiler ve
Mladost yine 2-0 galip ayrıldı. Gollerden biri de Mugoşa’dan.